26 Ağustos 2008 Salı

Anlatacak hikayelerim bitmedi henüz...


Dürüst ol, Çoşku ve heyecanının kaybolmasına izin verme. Sağlıklı yaşamaya dikkat et. Mavi, Yeşil... İki teker (Vespa), salıncak, kaydırak. Sayfalar dolusu kitap, her zaman not defteri çantamın bir köşesinde. Dans Dans Dans... Daima siyah beyaz( Beşiktaş), Dolmabahçe Sarayı, Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Beyoğlu (Tünel), MFÖ, Çanakkale, Bodrum, Fethiye, İstanbul, Barcelona, Karadeniz. Her daim yalnızlıkta Sezen Aksu en iyi dost. Sitres atmak için Basket oyna, Prensiplerine sahip çık, Kır çiçekleri topla sevdiklerine. Hayallerinin gerçeklerin önüne geçmesine izin verme. Sevdiklerin de işinden önce gelmesin dikkat et. Beni her zaman arayabilirsin deyip cep telefonum sürekli ulaşılmaz durumda olmasın; neyin ne zaman geleceği belli olmaz. Arada bir sevdiklerine özel günlerinde kart yolla; değerli ve hoş olur. Doğanın gücüne inan ve bu büyünün nelere sahip olduğunu sakın göz ardı etme. Ezberlerim çok değerli ama hep yenileri de eklenir. Güzel bir kahvaltı ( incir reçeli, tereyağ ve sıcak ekmek), soğukta ellerin donmuş burnun kırmızı halde sığanacak bir kahve bulmak ve o kahvenin eşsiz tadı. Cesaretli ol, atlayabileceğin en yüksek yerden bir kez olsun denize atla, hayatta bir kez de olsa sarhoş ol; beyaz şarap, sıcak şarap. Bir kez gün doğumunu izleme fırsatını yakala. Yeni alınmış bir duş ve yeni pjamalar sonrasında uyku... Güzel bir film,... Yeni yeni konuşmaya başlayan çocuğa şarkı söylemeyi öğretme çabası... Yazmak, karaoke. Sevgili ve aşık olmak; uykusuz kalmak, bu anlamda kalbinin kıpır kıpır olması. Olgunlaştığını hissettiğin an planlarını ertelememek. Üzüntüleri olduğu gibi kabul etmek; çünkü yaşamda sevinçler de, üzüntüler de aynı şekilde giriyor hayatımıza, onları şekillendiren ve yorumlayan bizleriz.
Öğrendim ki hayat adil değil, hayatı bu şekilde kabul etmek gerek ve gelecek süprizleri de hep en iyi şekilde karşılamak gerekli...

Yolların başlangıcında Bodrum

Yolların başlangıcında Bodrum...
Uzun bir yolculuktan sonra görünen masmavi renkteki deniz herşeyi unutturuyor. Tatilin sessiz olmasına karar verdik, eğlenceyi biz yaratmalıydık, o yüzden merkezden uzak ve bu anlamda da popüler bir tatil istemiyorduk.

Bodrum-Gündoğan. Kendi halinde, sessiz, sakin, kendini denizin mavi rengine bırakmış, nadide bir yerleşim yeri. Bodrum'mun tarihi kadar güzel ve özel. Bodrum'daki diğer yerleşim yerlerine haksızlık etmek istemem ama sanki burada kendinizi kocaman bir havuza sahip gibi hissediyorsunuz. O kadar güzel bir koy burası; denizi kucaklamak, sevmek, yüzmek... Bir telaş, bir karmaşa yok burada. Defile yapacağım diyerek plajlar bu anlamda dolup taşmıyor. Pek çok yerden farklı olarak, gerçek bir doğa harikasına sahip burası. Sabahın erken saatlerinde başlıyor sessizliğin gizemi. Gördüklerim gözümü yormuyor, öğle saatlerine doğru biraz kalabalık olsa da fotoğrafın tamamı sade ve özgürlük dolu. İster istemez sonrasını düşünüyorum, mesela ertesi yıl ziyaretimde aynı manzara karşılar mı endişesini yaşıyorum. Çünkü Bodrum'da diğer yerlerde gördüğüm yok oluşmuşluk, o tepelere yerleştrilmiş beton yığınları, sessiz bir hal içinde burada da kendini gösterir gibi. Haliyle bu da sessizliğin dağılmasına, amaçların ve tatil anlayışının başka şekillerde değerlendirilmesine, plajlarda son ses müzik ile sanki deniz keyfi değil de günümüz beach anlayışı ile öylece kumsalda oturma çabası olacaktır.

Sanki doğanın bu güzelliği bozulmacayacakmış anlayışı ile tek renk evlerin sırasıyla tepelere yerkeştirilmesine izin verilecek; biliyorum bir kaç yıl sonra bu olacak. İşte bu yüzden korkuyorum. Kandırmaca hakim aslında, beyaz renk zorunluluk olsun ama betonlaşmaya dur denmesin zihniyetinden kaynaklı bu korku; adı üzüntü besbelli.

Deniz kenarına gelip de şöyle bir denize baktığımda birkaç tekne gözüme çarpıyor, anlaşılıyor ki onlar da sessizlik ile dans etmek için demir almış bu koyda. Amaç bu ve çok keyifli.

Ben Gündoğan'ı çok sevdim. Adına yakışır şekilde "Gün" en güzel haliyle doğmalı burada. Güneş ışıkları yakamozları tek tek denize serpmeli. Gözlerim kamaşmalı denize baktığımda. Deniz mavi olsun, hep bildiğimiz gibi.

İlk gün bu güzelliğe karşılık, hiç yerimizden kalkmamacasına sahilde pinekleyerek, uyuyoruz. Akşam sahil boyunca hoş ve romantik atmosfer ile yemekler yeniyor. Gece yarısından sonra ortama uyum sağlayan müzik de sessizce bitiyor. En doğalından sessizlik en güzel hediyesini sunuyor dolun aya karşı. İster istemez bu atmosferin yarattığı o romantik ruh hali ile başlıyor uzun süredir söylenmemiş şarkılar tek tek söylenmeye. Ben bile bu halde kendime şaşırdım bu anlamda; repertuar pek genişmiş.

Her gün aynı yaşanıyor gibi görünüyor burada ama her yeni gün farklı hissediliyor, yarattığı duygu çok başka. Her yeni günde içindeki çoşku ve heyecan başka şekilde açığa çıkyor...
Sabahları denizi kucaklamak, sahip olabileceğin en büyük havuz hissini yaşatıyor. İşte bu yüzden deniz çok temiz ve huzur verici.
İşin enteresan tarafı kaldığımız otel için ev kelimesini kullanmaya başlamamızdı." Eve çıkıyorum birşey isteyen var mı?" Daha önce gitmediğim bir yeri bu kadar benimseyeceğimi sanmıyordum. Fark ediyorum ki herkesde bu ruh hali var. Öyle ki tatil Arkadaşım kaldığımız otel odasının kapısına terliklerini kurusun diye bırakınca neyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anladım.

"Çocuklar gibi şendik"
Eğlenmek için çocuk olmak gerekli değil, bunu bir kez daha anladım! Tatile gidip de Aqua parka gitmemezlik olmazdı herhalde. Nasıl eğlendik, nasıl şenlendik anlatamam... İtiraf ediyorum ben biraz korkamışım, ya da buna tedbirli kişilik denilebilir. Parka ilk girişte nelere bineceğimize karar verdik. İlk önce en zor olanı seçildi. Kalabalık bir sıradan sonra hedef karşımda duruyordu. Görevlilinin istediğim kaydırağa doğru beni yönlendirmesi ve sonrasında kaymak için buraya oturduğumda içimden bir ses beni caydırdı. Vazgeçtim!! O kadar sıraya rağmen hiç birşey olmamış gibi kalktım ve çıktım. Taki turist bir çiftin benle dalga geçmesine kadar. Kollarını dirsekten katlayıp"gıt gıt gıt" tavuk takliti yaptılar bana. Hemen geri dönüp büyük bir cesaretle hedefe yöneldim ve başardım. Adrenalin şart, Tavuk olmamak gerekli...

Bodrum'u gözlemledim; hala büyüleyici, inkar edemem. Hala ilk girişte sizi bakışları ile etkiliyor, masmavi. Sonrasında bu büyüye rağmen gözüne beton yığınları çarpıyor. Tatil anlayışının başka yorumlandığı bir gürültü alıyor ve içine çekiyor istemeden. Hani yaşadığınız şehre benzer bir hava hakim etrafda. Günden güne de kocaman bir kent olma yolunda devam ediyor. Burası büyüdükçe, kaçış başlıyor diğer keşfedilmemiş koylara doğru, yeni keşiflere. Bu yeni keşifler de şehir hayatını tatil hayatına dahil ediyor maalesef. Tercih bu mu bilmiyorum? Değildir herhalde. Tercih kaçış besbelli, ama her gidilen yer bir diğerinin aynısı oluyor. Kayıp büyük o nedenle.
Şimdi biraz Bodrum'u tanıyalım; neden aşık olmuşlar buraya acaba? Bunu en güzel tarihin kendisi anlatıyor. İşte yolların başlangıcı Bodrum....

Binlerce yıllık geçmişi ile Ege'nin büyülü yeri. Tarih boyunca da dolu dolu yaşanmışlık sayesinde en asil haliyle hayran barakıyor kendine. Keşke Bodrum'u daha erken tanısaydım diyorum. Nereye baksanız masmavi renk yine de anlamlı haliyle yansıyor yüzünüze.

Tarih boyunca pek çok uygarlığı misafir etmiş Bodrum. Halikarnas denilince tarihçiler neden bahsedildiğini hemen anlar şüphesiz. M.Ö. 1100 yılların öncesinde yapılmış olan kale kalıntılarıyla karşılaşırlar gelenleri. " Tarihin Babası" olarak tanınan Herodot, Halikarnas'ta doğmuştur. Bolgede tarıh adına ılk yapı Aziz Peter (St. Peter) Kalesi'nin bulunduğu şimdiki küçük kayalık ada oluşmuş. Ne varki Halikarnas hakkında pek de açık bilgiler yok. Halikarnas hakkındaki ilk bilgiler M.Ö. 7. yüzyıla kadar dayanıyor. Karyalılar olarak bilinen bölge yerlilerinin yoğun ve şiddetli saldırılarından kendilerini korumak zorunda kalmışlar bir süre. Homeros "İlyada"sında Karyalılar'dan "dil barbarları" diye söz ederlermiş. (Birçok dilbilimci, Bodrum'un da içinde bulunduğu bölgedeki lehçenin Türkiye'nin batısındaki en kaba lehçe olduğunu belirtmiştir). Bu lehçe konusu beni hem şaşırttı hem de meraklandırdı. Eski tarihçiler, Karyalılar’ın Yunanlılar'a, miğferlerinin üstündeki sorgucu nasıl takacaklarını ve önceleri omuz hizasına savrularak kullanılmakta olan kalkan kabzasını nasıl kullamalarını sağlamışlar. Tarih okumak, araştırmak geçmişte yaşamış toplumların neler yaptıklarını ve bu döneme kadar nelerin değiştiğini en açık haliyle gösteriyor.

Bir Yunanlı'nın Salmakis'te han açmasıyla (bu han günümüzde, Bodrum limanının batısında, şimdiki Bardakçı Koyu'nun suları altında kalıyor.), Dorlar ve Karyalılar bu bölgeyi birlikte yönetmeye başlamışlar. Hatta Karyalılar, zamanla kolonidekilere oranla daha düzenli bir yaşantı kurmuşlar. Her iki ırk da barış içerisinde yaşamaya başlamış ve karşılıklı ticari ilişkilerde bulunmuşlar.

Bodrum'da Salmakis pınarının çok enterasan bir hikayesi var, anlatmadan geçemeyeceğim. Bu pınarın birçok rahatlatıcı özellikleri olduğu rivayet edilmiş. Bir başka rivayet de, içimi mükemmel olan bu suyun erkekleri efemineleştirdiği yolundadır. Bu iddialar sonucunda da Hermafrodit efsanesi doğmuş.

Anlatılanlara göre, güzellik tanrıçası Afrodit'in delikanlılık çağındaki oğlu, bir gün çeşmeden akan suyun oluşturduğu bir gölde yüzer. Gölün perisi Salmakis, ona aşık olur ve tanrılara tek bir vücutta yaşayabilmeleri için yalvarır. Dileği kabul edilir; tanrılar da yarı erkek, yarı kadından oluşan Hermafrodit'i yaratırlar.


En ilginç tarafı Bodrum'un bir kadın tarafından da yönetilmesi; M.Ö. 480'de yönetime geçen I. Artemis. Tarihte bu dikkat çekici kadına geniş yer verilmiş; "Erkekçe tavır ve davranışları onu savaşa sürükleyip. Yunanistan'a yapılan saldırıya, kadınlığını göz ardı ederek katılması, bu anlamda etkileyici olarak nitelendiriliyor.
Eğer Bodrum'a gidip de Antik Tiyatro'ya gitmedinizse çok şey kaçırmışsınız demektir. Klasik çağdaki Bodrum'dan günümüze ulaşabilen tek yapı Antik Tiyatro'dur. Bodrum'un ortasındaki Göktepe dağının güney eteklerindeki bu tiyatro, Anadolu'nun en eski tiyatrolarından biri. 1960'larda bir grup Türk tarafından restore edilen bu tiyatro, günümüzde de Bodrum'daki birçok festivale ev sahipliği yapıyor. Tiyatro'ya gidip de orada öylece oturmak, limandan çıkan ve limana yanaşan tekneleri izlemek, zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmiyor. Göktepe dağına tırmanışta, taştan oyulmuş mezar taşları dikkat çeker. Roma ve Helenistik çağdan kalan bu oyulmuş mezar taşları, bir zamanların ölüm sembollerini hâlâ yaşatıyorlar. Mezarlarda görülen sembollerden biri de küçük "gözyaşı kapları"ndan oluşuyor . Bu yüksük büyüklüğündeki kaplar, yas tutanların gözyaşlarıyla doldurulup, ölüyle birlikte gömülürmüş. Bir kişinin öneminin artması, "gözyaşı kapları"nın sayısını da arttırırmış.

Nihayet 1523 yılında Kanuni Sultan Süleyman, buradaki şövalyeleri topraklarından kovmuş. Fakat bu yükseliş uzun süren krizler ve Osmanlı İmparatorluğu'nun düşüş dönemi ile son bulmuş. Bodrum 1770 yılında Rus donanması tarafından top ateşine tutulmuş ve sonrasında 1824'te Yunan ayaklanması sırasında Türk Donanma Üssü olarak kullanılmış. Birinci Dünya Savaşı sırasında "Duplex" adlı Fransız savaş gemisi Bodrum'u topa tutarak, karaya yanaşmak istemiş, ancak halk kahramanlık gösterileri ile Fransızlar geri gönderilmişler. Osmanlı İmparatorluğu, çöküş dönemi nedeniyle Bodrum'u 1919'da İtalyanlar işgal etmişler. Türk Kurtuluş Savaşı'nın kaçınılmaz zaferi sırasında, İtalyanlar 1922'de buradan sürülerek, Bodrum, olağanüstü güzellikteki doğal çevresinden dolayı, dinlence yeri ve yaşamın tadı çıkarılan bir belde olarak devam etmektedir.


Bu bilgiler doğrultusunda kaç uygarlığın Bodrum'u arzuladığını ve neleri göze aldığını en açık haliyle anlıyorsunuz. Bu kadar değerli bir yerleşim yerinin günümüz eğlence anlayışına ve kentleşmeye doğru hızla sürüklendiğini görmek üzücü.


Bodrum hala çok güzel, Bodrum hala büyüleyici....

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Priapos



Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. İyi arkadaş gördüm, dost sevdim doyasıya, hasret kaldığım denizi gördüm, kucakladım denizimi, dalgalarla oyunlar oynadım. Erken uyandım; güneşe merhaba dedim. Akşam oldu ay ışığında gökyüzünü sevdim. Paylaşım buldum herkesde, sevgi aldım, hoşgürü aldım, güleryüz verdim etrafa.... koştum koşabildiğim kadar, en derin nefes ile atladım masmavi denize... kısa sürdü ama, en güzeli de bu geldi bana... doya doya tadını çıkarttım, zamanı bir kenara attım, sanki iki gün değil de çok uzun kaldım burada...
Karabiga Çanakkale'ye gittim hafta sonu; en doğalından özlediğim duygular bunlar hep yaşadıklarım...

Karabiga, benim büyüdüğüm yer. Dünyanın her yerinin bu kadar güzel olduğunu düşündüren nadide bir yerleşim yeri.

Çanakkale'ye bağlı, Biga ilçesinin 20 km kuzeydoğusunda, Marmara denizinin güneyinde yer alan Karabiga yarımadası 3200 (1995 sayımı) nüfuslu bir sahil beldesidir.
Belde 1910 yılında belediye teşkilatına kavuşmuş. Belde, deniz yolu ile yük ve yolcu taşımacılığına, yat turizmine, özellikle balık üreme yatakları bakımından zengindir. Ancak bu yataklar, Kocabaş çayından gelen atıklardan; bilinçsiz, kaçak ve yasak teknikler ile avlanan balıkçılardan olumsuz etkilenmektedir.
Karbiga’ya ilk girişte sizi ilk karşılayan denizdir. Hemen sonrasında yerli halkı fark eder sizi. Nüfusu fazla olmadığı için yabancılar çok rahat fark edilirler burada. İlk göreceğiniz yer çarşı meydanı ve bu meydanda sayıca fazla olan kahveler bulunur. Çocukluğumdan beri düşünürüm. En güzel yer neden babalarımızın, dedelerimizin uğrak yeri olan kahvelerin bulunduğu yerdir diye.
Çarşı meydanından takip ederek sahil yoluna girdiğinizde sizi hemen kaleler diye adlandırılan tepe karşılar. Burası milattan önce VII. Yüzyılın ilk yarısında bulunan ‘Milet’ kolonisi olduğu söylenmektedir. Benim de bu anlamda yeterli bilgim yoktur. Ayrıca Bu kalıntılar adını Kır Tanrısı PRİAPOS’tan almıştır. Karabiga aslında Priopas olarak da anılmaktadır. Bu kalıntılar uzaktan bakıldığında parçalanmış kale görüntüsündedir. Merkezden uzaklığı yaklaşık olarak 3 km’dir. Bölge sit alanı ilan edilmiş, fakat buna karşılık arkeolojik kazı yapılmamaktadır.
Bu anlattıklarım tarih yönünden dikkat çekenler. Yöre halkı beklemediğinizden daha samimi ve doğaldır. Evler genelde tek katlı olarak yapılmış ve bahçeleri muazzam güzelliktedir. Bizim evin bahçesi de bu anlamda büyüktü, yaz mevsiminde kendi yetiştirdiğimiz sebzeler ve meyva bahçeleri görülmeye değerdi. En sevdiğim şey bu bahçeleri sulamaktı.

Gelelim en güzel özelliği eşsiz koylarına. Tahmin edemeyeceğiniz kadar güzel ve sessiz koylara sahiptir Karabiga. Yerleşim alanlarından uzakta gizli koylar olarak adlandırılan pek çok koy mevcuttur. Benim favorim “Koca Kum”. Adından anlaşılacağı gibi kocaman kum sahilinden oluşur burası. Bu koylara ulaşmak için zorlu bir dağ tırmanışı yapmak gerekir. Ama buna rağmen ulaşılan ve görülen yer değerini hissettirir fazlasıyla.
Yemek yeme kültürleri biraz Akdeniz tarzındadır. Sebze bahçeleri yoğunlukta olduğu için bu anlamda hafif yemekler yapılır. Ğer rastlarsanız Keşkek yemenizi tavsiye ederim. Balık keyfi de olmazsa olmazdır. Derler ya Rakı-Balık gibisi yok. burada da unutamaycağınız bir Rakı-Balık ziyafeti çekebilirsiniz.
Derseniz ki ben Yelken ve Dalış olsun da isterim; eşsiz bir yerdir bu anlamda Karabiga.
Eğer yolunuz bu taraflara düşerse; bir göz atın, Karabiga sizi büyüleyebilir.

8 Mart

Kadın Üzerine – Nazım Hikmet Kimi der ki kadın, uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zil...