27 Ocak 2010 Çarşamba

Benim Annem!


Yıl ne olursa olsun... 31 Ocak günü... Kimimize göre Ocak ayının sonu sıradan bir gün, anlamı sadece bundan ibaret...

Yaklaşık 7 yıl öncesinde benim için de sadece bu anlamdan öte bir hissi yoktu bu günün..

Tarihleri hafımıza kazıyan ve devamlılığını sağlayan iki şey vardır; bu ya mutluluk ya da acıdır!

Benim acım Annem için. Bugünün bana yaşattığı yas annem için... Dün gibi demiyeceğim çünkü azımsanmayacak bir zaman geçirdim annemsiz; yedi yıl... Asla unutmuyorsun bunu biliyorum... Ancak alışmak duygusu vardır ya? Hani alışırsın, alışacaksın denilen duygu... Bu duygunun ağırlığıdır sendeki... Alışmak duygusunun yaşattığı alışamama durumudur hep!!!...

Annem; "Müberra" adında dünya tatlısı, ruhunun yüzüne yansıdığı bir insandı... Herşeyden önce benim annemdi...
Bazı zamanlarda ben anne oldum O'na, yön verdim, yoldaş oldum... Bazı zamanlarda da en derinden hissettirdi anneliğini bana... Ve herşeyden önce benim annemdi, üzüldüğümde hemen anlardı, sevindiğimde de merak ederdi heyecanımı paylaşmak adına...
Şu gerçek dünyanın düzenine inat ikimizin arasında ne varsa karşılıksızdı...

Annem en çok beni severdi diye düşünürdüm, dört çocuğundan biri olan beni severdi... Çünkü böyle isterdim, annem de her çocuğuna bu özeni ve sevgiyi verdi, hepimizi çok severdi... Çünkü O bizim annemizdi herşeyden önce...

O'nu kaybedeli ne kadar zaman geçerse geçsin ben annemi çok seviyorum! Yanımda olmasa da, üzüldüğüm zamanlarda kendi kendime kalsam da, annem var... Çünkü Annem benle bir dönem yaşadı, emek verdi...

Her geçen günde anneme ne kadar çok benzediğimi fark ediyorum... O'nu eleştirdiğim her tavrının bende de varolduğunu anlıyorum... Şevkatli olma, affedici olma tavrını...

Alışmak duygusunun yaşattığı en ağır şey alışamama duygusuyla yaşamayı öğrenmek bana göre... herşeye rağmen ben Annemi çok seviyorum!

22 Ocak 2010 Cuma

Yaşamın devamlılığına dair...; 5m2!


"oh be bugün Cuma" Bu haftayı da bitirdik! Bu günsonu sevincinde omuzlarımda bir haftanın yorgunluğu ile işten hoplaya zıplaya çıkıyorum;hatta kaçıyorum! Bir yandan da iç sesim fılsıldamakda; hafta sonu tatili de göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve pazartesi günü koşarak kaçtığın bu işe tekrar geleceksin, geleceksin...

Şuan çalıştığım iş yerinde, işe başladığım günden beri sabit kalmış ve sadece 5m2lik bir alana yerleştirilmiş masamda, gel-git düşüncelerimle işimde devamlılığı sağlamaya çalışıyorum....

Sabit masamdan bahsetmem gerekirse; dosyalar dosyalar.... sözleşmeler, "aslı görülmüştür, kaşesi" bu kaşe olmazsa olmaz benim için... Eğer erkek olsaydım ve sevgilimin adı Aslı olsa idi bu kaşe daha bir anlamlı olabilirdi vesselam... :))
Masamda daha pek çok alet zerzevat mevcut... Her gün bir kalem kaybediyorum mesela... Çekmecelerim ve dolabım küçük ev konumunda eşyalarımla dolu... Farkında olmadan burada bir yaşam oluşturmuşum ben...

Yüzümü saatlerce çevirdiğim bilgisayar ekranda bulunan saate baktığımda anlıyorum ancak gün sonu olduğunu. Bu sayede hergünü bozuk para gibi harcayıp sonrasında Cuma günü sevincini yaşamakdan da sıkılmadan, tek amacın da hayatın devamlılığını sağlamak adına para kazanmak olduğunun farkındayım...

Her sabah ne giyeceğine karar verememek de cabası bu iş için... Giymeyi istemediğim kıyafetlerin içinde sekiz saat barınmaya çalışmak da öyle...

Gün içinde işe dair özgürlüğümü yaşadığım tek zaman dilimi sanırım evden işe, işten eve gitmemi sağlayan 8km den ibaret yol... Her nekadar İstanbul trafiğinden sıkılmış da olsam, bu zaman dilerimlidir düşüncelerimi özgür bırakan... arabanın camından etrafa göz atıp daldığım zamanlarda, sağdan soldan gelen korna sesleri ile tekrar gerçek yaşama merhaba dediğim anlar işte bunlar hep...

Aslında aksine işimde başarılıyım... Ne varki ben bu işin getirdiği başarıdan "aslına uygun" olarak haz almıyorum!
Oysaki okuldan mezun olduğumda düşüncelerim ve ideallerim ne kadar da farklıydı...

İnsanın sevdiği işi yapması ne güzel bir duygudur, kaygıları olmadan günü harcamak ve başarı duygusunun ruhunda yarattığı haz! Hele ki çağın gerçeği para kendiliğinden geliyorsa...

Yaşamın devamlılığına dair para kazanma gerekliliği hep yeni şeylerin isteği ile oluşur... Yeni bir araba, güzel bir ev, moral verici yeni kıyafetler...

21 Ocak 2010 Perşembe

Ayasofya'm







17 Ocak Pazar günü,
Hava tahminimden daha soğuk bugün, burnumu kapıdan çıkarttığımda yüzüme vuran soğuk herşeyi yeterince açıklıyor...
Bugün gezdikce üyeleri ile SultanAhmet’de buluşacağız. Ayasofya’nın tarihi üzerine bir söyleşimiz olacak.
Yeğenim Ece ile yola koyuluyoruz. “Erken kalkan yol alır” boşuna söylememiş atalarımız, buluşma saatinden önce Sultanahmet’e varıyoruz.
Havanın kuru soğuğu yüzüme öyle bir çarpıyor ki, sanki yüzümde sayısız yerden ısırılıyordum.
İnsanoğlu anlaşılan bugün havanın soğukluğuna karşı evde pineklemeyi tercih etmiş, havanın soğuklu ile sokaklarda kasvetli bir hava hakim ve etraf olması gerektiğinden daha sessiz görünüyor...
Buluşma noktasına erken gelmenin avantajını kullanarak biraz çevreyi turluyoruz. Etrafın sessizliği bize güzel fotoğraf kareleri yakalamamızı sağlıyor.
Saat 13:00’da Ayasofya önünde diğer üyelerimiz ile buluşmak üzere bekleyişimiz başlıyordu... Bu bekleme süresince soğuktan etkilenmemek adına olduğum yerde zıplıyordum. Yeğenim Ece’nin burnu kızarmış, gerekmedikçe de konuşmayan bir tavır içinde sessizliğini bozmadan ne sorsam, evet ya da hayır anlamında başını sallayarak cevap veriyordu...

İlk olarak yeni üyemiz olan Hakan Sezer bize katılıyordu, daha doğrusu bir süre bir birimizi tanımadan yan yana beklemişiz... Kendisi ile o gün tanışıyorduk, ve turuncu montu sayesinde de O’nu fark etmem daha kolay oluyordu.

Hakan profosyonel bir fotoğrafçı, bizi de( gezdikce’yi) internette Ayasoya gezisi için araştırma yaparken tesadüfen bulmuş. Gezinin en anlamlı yanı da buydu aslında. Gezdikce’yi oluşturma amacımız her geçen gün gerçeğe yakın olmaktaydı...Gezdikce ruhuna sahip yeni üyelere ulaşmak mutluluk verici...
Biz Hakan ile sohbet ederken, sevgili Esra, Çağlar, Özgü ve diğer gezdikce üyelerimiz bize katılıyordu... Her üyemiz o gün birer müze kartı sahibi olmuş, bu da çok hoşuma gitmişti...En son kadim üyemiz Ali Kürşad Aydın ve değerli eşi katılıyor, ve yine bugünde aramıza katılan en yeni üyemiz Ersin grubumuza dahil oluyordu...
Toplamda 17 üyemiz ile Ayasofya tarihi üzerine kültür gezimize başlıyorduk... Benim Ayasofya’yı beşinci kez ziyaretimdi, ancak yine de ilk kez ziyaret ediyormuş gibi heyecanlıydım... Aslında bu heyecan başka duyguları da kapsıyordu. Biraz önce bahsettiğim gibi, artık her gezimizde amacımıza ulaşıyorduk. Amatör bir ruh ile çıktığımız bu yolda, bizle birlikte ilerleyen yeni yeni üyeler kazanıyorduk... Bizi kırmayan ve bugün bilgi birikimi ile bizi aydınlatacak olan kokartlı rehberimiz Serhat’ın da azımsanamayacak bir katkısı vardı şüphesiz...
Ayasofya; kaç kültür kucaklamış, kaç yüzyıl atlatmış, ne mücadeleler vermişdi? Nedendir bilmem ben tarihi yapıları kişiselleştirmeyi çok seviyorum. Bu sayede keşiflerim daha keyifli oluyor belki de...
Ayasofya gibi geçmiş tarihden günümüze ulaşıp da tarihin sayısız sayfalarında önemli yere sahip olmuş kaç yapı var İstanbul’umuzda?
Bugünkü gezide buna benzer sorular ardı ardına savaş açıtı düşüncelerime ve tam olduğundan emin olsam da tarih bilgim bunları yanıtlamakda güçlük geçti. Aslında bunlar hep yaşadığım İstanbul kentine çok değer veremediğimizi düşündürdü bana...
İki farklı dine ev sahipliği yapmış ve hala tarihin derin izlerini taşıyan bir yapıdır Ayasofya. Bu yapıda nereye baksanız her köşesinde bir değer saklı. Bu anlamda tarih seven bizler, rehberimiz Serhat’ı pür dikkat dinliyorduk...
Ayasofya’nın üç kez inşaa edildiğini biliyor muydunuz? Fatih Sultan Mehmet döneminde camii olarak kullanılmak istendiğinde, Hristiyanlık dinine ait mozaik işlemelerin yok edilmeyerek sadece badana ile sıvandığını ,bu sayede günümüze kadar bu değerlerin ulaşabildiğini peki???
Bilirseniz ki bu dönemde pek çoğunun yeniden restore edilerek açığa çıkarılmış olduğunu bilmek, duymak şüphesiz hem şaşkınlık hem de hayranlık uyandıryor...
Bu kadar yıl sonra bile bu tarihi değerlerin hala var olması ve kendini koruyabilmesi çok etkileyici kanımca...
Bu güzel kültür gezimiz sonrasında, keyifli yorgunluğumuzu atmak üzere SultanAhmet’in güzelliğine karşı kahvelerimizi yudumluyorduk. Yeni üyelerimizin hikayelerini dinlemek sohbetin keyfini ve diğer üyelerimizle ortak paydalarımızı ortaya çıkarıyordu.
SultanAhmet’e gelmişken meşhur köfte lezzetinden mahrum kalmak olmazdı ve biz de bu fikir doğrultusunda aç olan karnımızı Meşhur Sultan Ahmet Köftecisi'nde doyuruyorduk. Bu Pazar gününde
gerçekleştirdiğimiz keyifli gezi ve yeni kazandığımız üyeler günün güzel olmasını kendiliğinden sağlıyordu.
Hayat gezdikce güzel, gezdikce tatlı ve özel...

Ayasofya ile konuşmak;

ayasofya su gibi; berrak ve ışıl ışıl
ayasofya okyanus gibi; derin ve gizemli.
ayasofya terazi kadar dengeli ve anlayışlı; iki dine kucak açmış...
ayasofya mavi renkde; muazzam yükseklikteki tavanı ile göğe doğru uzanmış ve gökyüzü rengini almış...
ayasofya çok asil; kıskanılcak kadar şaşalı yapılması istenmiş, özel olsun, tek olsun...
ayasofya arkadaş gibi; nereye baksan her köşesinde senle konuşuyor.
ayasofya sevgi dolu; bu kadar yıl ayakta kalmak sevgiye dayanır ve ayasofya kucak açmış dünyanın binbir yerinden gelen misafirlerine...
ayasofya duyduklarından, okuduklarından çok farklı,
ayasofya kitap gibi çıkıyor karşına, dolu dolu tarihi, yılların yaşanmışlığı ile seni karşılıyor ve başlıyor anlatmaya...
04/10/2008

19 Ocak 2010 Salı

Biriktirdiklerim!



oruç aruoba - meşe fısıltıları/ile/benlik/geç gelen ağıtlar

soner yalçın/doğan yurdakul - bay pipo

yaşar kemal - sarı sıcak

platon - lysis

platon - sokratesin savuması

bülent orakoğlu - ihanet çemberi

dostoyevski - insancıklar

hulki cevizoğlu - geçmiş zaman olur ki

deniz koç- gelecek öyküler

mısery - stephan king

david burns - iyi hissetmek


james joyce - ulysses,dubliners
elias canetti- körleşme

cemal süreyya- sevda sözleri

atilla ilhan- tüm kitapları

necip fazıl kısakürek - tüm kitapları

alfres hıtchcock- the man who knew too much

faruk nafız çamlıbel - gurbet ve saire

zülfü livaneli - engereğin gözündeki kamaşma

erendiz atasü - bilinçle beden arasınaki uzaklık

murakami haruki- sınırın güneyinde güneşin baıtısında

halil gökhan - konuşan kadın

jose saramago- körlük

ahmet hamdi tampınar - saatleri ayarlama enstitüsü

nahid sırrı örlk-kıskanmak

yaşar kemal - karıncanın su içtiği

halide nusret zorlutuna- benim küçük dostlarım

ihsan oktay anar- suskunlar

ihsan oktay anar- puslu kitaplar atlası

film/ 12 angry men- henry fonda

ahmet hamdi tampınar -mahur beste - yol

ahmet hamdi tampınar- huzur

halil gökhan- erkekler cennetinde son tango

hasan ali toptaş- yalnızlıklar

orhan kemal- eskici dükkanı
orhan kemal- vukuat var
orhan kemal-kaçak

necip fazıl - peygamber halkası

murathan mungan- büyümenin türkçe tarihi

karlar altında nevbahar

john berger- düğüne

cumhur canbazoğlu- anadolu pop rock

tom robbins - parfümün dansı

dostoyeski - yeraltından notlar

italo calvino - bir kış gecesi eğer bir yolcu

bilge karasu - narla incire gazel

sabahttin ali - bütün öyküleri

william shakespare - macbeth

murathan mungan- yedi kapılı kırk oda

hasan ali toptaş - gölgesizler

zildijlan

ıtalo calvino- varolmayan şövalye

aslı erdoğan - mucizevi mandarin

cengiz aytmatov - cemile
cengiz aytmatov- kırmızı eşarp

sabahattin ali- kürk mantolu madonna
emine ışınsu- küçük dünya

13 Ocak 2010 Çarşamba

En çok ben en çok ben

.
tebrikler, haberi okuduğumda en çok senin kadar mutlu oldum...
mutluluğunu senle paylaşmak uzak da olsa...(her anlamda)
duygularım yakındır ve şansına dost seyir eder; senin için.

biri için sevinmek, onun adına mutlu olmak şansına şans katarmış, evet bunu şuan ben uydurdum

geçmiş zamanda İlham İrem konserine gitmiştim. Hatta ilk kez İlhan İrem'i canlı dinleme şerefine erişiyordum. Yaşam felsefesi ile zaten hayran olduğum, ancak bu konser sayesinde samimiyetine de hayran olmuştum... Dillendirdiği şuydu; kendiniz için değil başkaları için dua edin. Başkaları için sevinin, fark edeceksiniz ki bu sayade yaşam sizin için daha kolay ve samimi olacak...

Sana da bildik gelsin diye bu örneği verdim...

Haz duygusu paylaşıldıkça anlam kazanırmış... Evet, bunu da şuan ben uydurdum...

Her ne kadar senle uzak da olsak; hep senin adına, başarıların adına seviniyor ve bir o kadar da mutlu olacağım!

Bu yazıyı okursan şayet; evet "O" sensin;gerçekten!!! :))

bi haller içinde çırpınıyorum ben!


niyeyse bu aralar bir tarz yarattım kendimde... belki de savunma mekanizmam bu şekilde çalışıyor artık...

olaylara bakışım ya da olaylara tepkim sakin, duyarsız, hissiz, hatta gizliden gizliye umursamaz... Tam anlamıyla buna samimiyetsiz diyebiliriz...

ancak asla tehlikeli bir yapı sergilemiyorum, yani çirkef bir tavrım yok, olmasın da....

bu tavrımı çoğunlukla iş yerinde sergilemekteyim. sanki sabah o kapıdan içeri adım attığım andan itibaren yüzüme bir maske geçiriyorum...


hayır hayır bu ben değilim...
olmamalıyım...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Kıyı Köy


Bayramlardır bizleri sevinçli kılan, uzakları yakın eden...

2009 yılı Kurban Bayramında gezdikce ekibi olarak Kıyı Köy’e bir gezi düzenlemeye karar verdik. Organizasyonu ilk duyurduğumuzda oldukça heyecanlı tepkiler ve katılım için de bir o kadar fazla talep almıştık. Ancak gezi günü yaklaştıkça fire vermeye başlamamız gecikmedi ve toplamda 5 gezdikce üyesi ile gezimizi gerçekleştirdik.

Bayramın 2. günü yola çıkmak üzere sabah erkenden, Çiğdem ile Mert beni evden almışlardı. Hava da tam istediğimiz gibiydi. Dışarıda ışıl ışıl, güneşli bir hava hakimdi. Buna en çok ben seviniyordum, çünkü iki teker ile yolculuk yapacaktım. Her ne kadar olabilecek kötü hava koşullarına karşı tedbirimi almış olsam da, güneşli havada yolculuk etmenin keyfi benim için başka bir keyif olacaktı...

Yaşama karşı cesaretli olmak, karar verme aşamasındaki kargaşayı bir anda ortadan kaldırıyor, çünkü karar verme aşamasında oluşacak olan cesaret duygusu, bir anda karar vermeyi sağlıyor. Bu gezide aynen öyle oldu. İki teker yolculuğu yapmak için artçı olmaya bir anda karar vermiştim.

İşin cesaret tarafı tam olarak bu değil tabi, asıl makinayı kullancak kişi Devrim ile o gün tanışacak olmamdı. Devrim adı gibi cesaretli aynı zamanda da dünya tatlısı bir kişiliğe sahip...

Çiğdemler beni almışlar, diğer iki üyemiz Devrim ve Işıl ile buluşmak üzere İstanbul çıkışında bir yerde buluşuyorduk. Unutmadan belirteyim gezimizde bir de en küçük üyemiz Çiğdem'in oğlu Bora da bulunmaktaydı. 4 kişi araç ile, ben ve Devrim iki teker ile yola çıkıyorduk.

İstanbul’dan henüz çıkmamış, otoban yolunda ilerlerken, aniden önümüzden bir araç sanki biz yokmuşuz gibi dikkatsizce bir sollama yapıyordu. Özellikle üzerinde durmak istiyorum; trafik de kör olarak adlandırılan iki teker araçlara lütfen biraz daha dikkat edelim. Henüz gezimiz başlamamış olmasına rağmen böyle tatsız bir olay yaşamak keyfimizi biraz da olsa kaçıyordu...

Kıyı Köy’e gitmek için otobandan çıkıp, ara yoldan ilerlemeye karar veriyorduk. Sırasıyla civar köylerden geçmek, Kıyı Köy’e bu eşsiz doğa görüntülerini takip ederek ulaşmak anlatılması mümkün olamayan bir keyif... Yaklaşık bir saatlik sorunsuz sürüş ile ilk mola yerimize varıyorduk.

Mola yerinde uçsuz bucaksız doğa manzarasında görünen sarının binbir renk tonu karşılıyordu bizi... Bu renk cümbüşüne karşı, tahta sandaliyelere oturup, sabahın mağmurluğunda, sanki bahar havasındaymış hissini yaşatan o güneş, içimizi ısıtıveriyordu. Saat hala erken sayılırdı ve karnımız yolculuk nedeniyle baya bir acıkmıştık...

Mis gibi demli çay kendimize gelmemizi sağlıyordu. Ortaya kurulmuş maşınga üzerinde köy ekmeklerini kendimiz kızartıyor, olmazsa olmaz sucuklar ızgaralanmış, ben ise bir vejeteryan olarak menemen istemiştim. Tahmin edeceğiniz üzere menemen sofranın paylaşılamaz yemeği oluvermişti... Çünkü çok lezzetliydi...

Bu güzel kahvaltı sonrasında bulunduğumuz çevreyi keşfe çıkmamak olmazdı... Çocuklar gibi şen, mis gibi toprak kokusunda etrafı dolaştık. O an için doğaya karşı ne kadar yabancı olsak da, doğa kendine has güzelliği ve sessizliğini hiç çekinmeden bize sunuvermişti...

Daha gitmemiz gereken uzun bir yolumuz vardı... Ve yola çıkma vaktimiz gelmişti...

Kıyı Köy’e ilk gidişimdi. Hayalimde sevimli, kendi halinde bir sahil kasabası canlanıyordu...

Virajlar , uzun uzun doğa güzellikleri sonrasında günün öğle saatlerine doğru Kıyı Köy’e varıyorduk... Aynen düşündüğüm gibi bir sahile sahipti... Yerleşim tepeye konumlanmıştı. Buradan bakıldığında manzara büyüleyici olabilirdi... Ancak yerleşim yeri kıyıya uzak görünüyordu... Sanki iki farklı yaşam vardı burada Bu görüntü biraz karmaşık gibiydi aslında... Sahil bu anlamda çok yanlız bırakılmış gibi...

Yöre halkı da kendi halinde bir yaşam şekline sahipdi... Aslında buranın daha düzenli bir yerleşim yeri olacağını düşünmüştüm.. Herşey çok kendi haline bırakılmış görünmekteydi, bu bir özellik değil de umursamazlık hissini uyandırmıştı bende...

Öncesinde otel rezervasyonlarını yaptırdığımız için, her daim aç olan karnımızı doyurmak üzere eşyalarımızı bile bırakmadan birşeyler atıştırmak üzere bir köy kahvesi aramaya koyulduk...
Çok güzel bir köy kahvesi bulduk, menüyü elimize alıp da fiyatları okuduğumda gözlerime inanamıştım. Bira 3-TL..!!( hem de Miller ) Müthiş bir sevinç duygusu ile biralarımızı manzara eşliğinde yudumluyorduk. Dedim ya grup çok eğlenceliydi diye... Çılgınlar gibi fotoğraf çektirdik... Ortak keyifler çoğunlukta olunca sohbet kendiliğinden gelişiyordu...

Ancak taki yan masadaki sohbet dikkatimizi çekene kadar... Yan masada bulunan kişiler "hiç bir otelde yer olmadığını" söylemekteydi... Biz de her ne kadar yerlerimizi öncesinde ayırtmış olsak da, bir an işkillenip otele doğru yol aldık...

Meğer işkillenmekte haklıymışız, çünkü otele vardığımızda, otel görevlileri hiç yerlerinin olmadığını belirtiyorlardı, rezervasyon yaptırdığımız kişinin de işten ayrıldığını söyledikleri an şaşkınlık mı desem ne desem bilemiyorum??? Karikatürü yapılacak bir görüntü hakimdi o an bizle, otel görevlisi arasında... Israrlarımız ile bize oda ayarlanmıştı nihayet. Ancak ben hayatımda böyle bir yerde konakladığımı bilmem ve konaklamayı da planlamam... Otelin adını vermeyeceğim... Çünkü burada konakladığımı bile teleffuz etmek istemiyorum.

Otel odasına girip de gördüğüm manzara beni benden almaya yetiyordu.. Rengarenk bir oda, herşey uyumsuz haliyle başka renklerde gözlerimi rahatsız ediyordu... Yine de o gece için kalacak bir yer bulmuş olmak iyiydi...

Kaldığımız otelin tam karşı sokağında bir köy düğünü vardı. Nasıl güzel müzikler eşliğinde eğleniyordu yerli halk görmek gerekli... Biz de müziğin davetkar sesine daha fazla karşı koyamadık, az da olsa yakınınından gözlemledik eğlenceyi... Davul sesine dayanamam. Geçmişde halk oyunu oynadığım için de ayrı bir sempatim vardır yöre müziklerine ve oyunlarına...

Otele eşyalarımızı bırakıp akşam için güzel bir yerde balık yemeği planlıyorduk. Hakkaten de güzel bir balık restorantı bulmuştuk. Bize çok ilgili davranmışlar,en güzel masalarını servis etmişlerdi. Balıklar muhteşem lezzetliydi, mezeler de keza muhteşemdi, manzara hepsinden güzeldi...
Gecenin ilerleyen saatlerinde de canlı müzik kendiliğinden oluşmaktaydı... Biz de bir anda kendimizi canlı müziğin ortasında buluveriyorduk...

Ertesi sabah daha horozlar ötmeden uyanmıştık. Doğa bir şekilde seni uyandırıyor... Bir gün öncesinde ucuz biraları yudumladığımız kahveye kahvaltıya gidiyorduk... Herkes anlaşmış gibi menemen sipariş veriyordu, ancak yeterli malzemeleri olmadığı için menemen yiyememiştik. Köy kahvaltısı eşliğinde manzaraya karşı karnımızı doyuruyorduk...

Kıyı Köy'de gezilecek çok yer var, tarih bakımından da zengin olması dolayısıyla gidinilmesi görülmesi bir yer.

Tercih edilmesi gereken mevsim sanırım baharsonu yaz başı olabilir... Gün bitiminden sonrasında da keyifli zamanların yaşanacağını düşünmekteyim. Değişik aktivite programları da olabilir yaz dönemlerinde...
Ancak İstanbul'a mesafesi bakımından biraz uzak sayılabilir, bu anlamda hayal kırıklığı yaşatabilir... Ben de biraz hayal kırıklığı yaşattı işin aslı...

her ne kadar babam Trakyalı olsa da ben, Çanakkale ve Ege Bölgesini daha çok sevmekteyim...
Keyifli geziler geçirmeniz dileğiyle...
Rotanız hep keşfetmekten yana olsun...
fethiye@gezdikce.com

İle/Oruç Aruoba

benim için birşey çok önemliydi; hiç hoşlanmadığın halde-herhalde kendini zorlayarak-benim bulunduğum yere gelmen. O yer seni çok rahatsız ettiği harhelde, bunu yenebiliyordun. Bu da, kopmak istemediğin, gösteriyordu- evet, bağlanmak isteyip istemediğine bir türlü karar veremiyordun ( galiba hala veremedin...) ama kopmak istemediğin de kesindi.

Bağlanmak-kopmak...

Bu karşıtlık benim için de bir sorun.

Şöyle bir ikilem yaşıyorum; Seni bütünüyle kendime istiyorum; ama senin özgür olmanı, bağımsız olmanı da istiyorum-bana bağlı olmanı; ama, benden bağımsız olmanı...Bunlar bağdaştırması olanaksız şeyler mi? Çok zor; ama bir yol var; daha önce yazdığım" özgür temel" düşüncesinden yola çıkarsak : her birimiz ötekine tanıdığı uzamında yalnızca ona yer tanır, başka ilişkileri oraya sokmazsa, bağlılık sağlanır; öte yandan, o ilişki uzamı, her birimizin toplam yaşamında, başka ilişkilerimizi tabii ki etkileyecektir, ama, onları belirlemez ya da yutmağa, bütün yaşam uzamımızı kaplamağa çalışmazsa, bağımsızlık da sağlanabilir.

Çok mu dolambaçlı söylediklerim?

"ile" kitabından alıntı...


Oruç Aruoba

8 Ocak 2010 Cuma

Hayata yakın gözlüğünden bakmak


Bugün anımsadığım bir söz;
"Cahilin yanında kitap gibi sessiz durmayı bilmek!"
Mevlana

Öfkemize hakim olup da dinlemeyi bilmek, bildiklerimiz ölçüsünde de konuşmak. Konuştuklarımızı sıralamak, arada bir soluklanmak. Nefes alışımızın sakinliği, ses tonumuzdaki anlayış. Bildiğimiz kadar konuşmak, iddadan uzak kendini ifade edebilmek.

İddasız, karakterinin aynası olabilecek tarzını sunmak... İçindeki bilgeliğin yansıttığı ışığı dış görüntüne de yansıtabilmek... Hayatın sana sunduğu en değerli şey; sağlığın değerini bilmek.

Yaşadığım hal ve durumu değişime tercih ediyorum; benim yaşantım benim hal ve tavrımdan ibaret olacaktır.
Gün geçtikçe ortak paylaşımlardan uzaklaşmaktayım! Grup çalışması adı altında bir liderin yönetiminde sürü psikolojisi ile çalışmak bana çok uzak. Uzaktan da öte bir haldir bu...

Bilgili olmak değil de, bilmediğini gizleme çabasında bilmişlik taslamakdan uzak bir okuma isteğidir benimki...
İşte bu yüzden sonu olmayan bir yolda öğrenme isteğinin ödülüdür Mevlana'nın da dediği gibi...

"Önce lafa bakarım laf mı diye sonra söyleyene bakarım adam mı diye..."
Mevlana...

Bir tek dileğim var; ekonomi, finans, her ne ise artık bırakıp, iletişim masterımı tamamlayıp; en yakın zamanda, yakın gözlüğümle hayata merhaba diyebilmek...

4 Ocak 2010 Pazartesi

Ben İstanbul'a Aşığım!


Bir şehre aşık olmak... Bir şehre bağlanmak!
Ben İstanbul'a aşığım!

Doğduğum yerdir, ancak büyüdüğüm yer değildir İstanbul!
Hala bir yanı ile yabancı hissettiğim, yine de keşiflerimin devam ettiği ve heyecanımın bitmek bilmemesidir... Belki de bu yüzden aşığım İstanbul'a...

Her yaş-ımın ayrı güzelliğiyle sevdim ben İstanbul'u... Yaşadıklarım sayesinde resmi tamamlamaya çabalıyorum...Renklerin yaşanmışlıklarla daha belirginleşmesi gibi...

Bazen sisli görünür İstanbul, bazen yağmurlu, bazense güneşli...
Hafızamda yer etmiş bir fotoğraf karesi var ki; işte o Boğazın eşsiz manzarasıdır, her daim güzelliğin doruğunda görünen...

İstanbul karmaşık, İstanbul acımazsız, İstanbul sessiz, İstanbul özgür, İstanbul bitmeyecek bir sürgün belki de...

İstanbul mavi tonlarında gülümser, hayalimin rengi mavide gizli olan bakışlarda... Gözlerimi kapasam renkler mavi, renkler büyülü...

Buram buram tarih kokar, buram buram aşk kokar İstanbul! İlk aşıkm İstanbul'da, unutmak istediklerim de İstanbul'da... Bildiğim de İstanbul'da...

Canım Annem İstanbul'a gözlerini yumdu... Arkadaşlıklarım, sevgilerim, umutlarım, çoşkularım hepsi İstanbul'da...

İstanbul'da başlar gün, sonra devam eder durmamacasına...
Hafta içi sakindir, hafta sonu en muzip hallerini yaşar...
Her sokak bir keşif, her yapı bir tarih kokar...

İstanbul'da kaybolmak... İstanbul'da kaybolmayı istemek...
Asil, cazibeli, gizemli....

2 Ocak 2010 Cumartesi

Sahici 2010


2009 yılının son dakikalarında 2010 yılına merhaba derken, dilekler bir bir sıralanır düşüncelerimizde...isteklerimiz, beklentilerimiz, yeni yeni başlangıçlar...
Dilekler hep istenir şüphesiz, ancak yeni yıl ile istenen dilekler daha anlamlı olacaktır... Çünkü yeni bir yıl gelir.

Bu yıl dikkatimi çekti, bu son günde hava olması gerektiğinden daha sıcaktı. Yeni yılda kar yağardı eskiden, hava durumları mevsiminde yaşanırdı. bu yüzden üzerinde düşündürdü bana, geçmiş yılların aksine bir bahar havası hakim, sanki Nisan ayı havasını yaşadık. Milenyum yıllarını yaşadığımız şu günlerde değişen çok şey var. Doğa bile başka türlü karşılıyor yeni yılı.

Belki de bireysel dileklerimizi bir kenara bırakıp, yaşadığımız şu evren için dileklerde bulunup da kararlar almamız gerekiyor. En önemlisi harekete geçmek adına birşeyler yapmamız gerekiyor. Artık ilişkilerin sanal dünya üzerinden yürüdüğü, kucaklaşmaların yerini, sanal alemde görüntülendiğimiz, belki bu görüntülerin de kayıttan ibaret olduğu, yaşadığımız bu sanalın da sanal hali, evreni de değiştirmekte. Aslında bir nevi bize sinyaller vermekte kıymetli doğa, bu anlamda farkında olmamız gerektiğini anlatmıyor mu?

Yeni yılda lapa lapa yağan kar, Ocak ayı ile özdeşleşmiş bembayaz kar ile kaplı doğa ile merhaba demek yeni yıla...

Geçtiğimiz gün bir film izledim, insanların vücutlarına çip yerleştirip, onları bu sayede kontrol edebiliyorlardı, artık herşey değişmeye başladı, değişmez dediğimiz şeyler değişmeye başladı... Bunlar gerçek değil gibi görünmekte ancak gerçeğe çok yakın. Topu topu üç yıl önce 3G ile iletişim imkanı var mıydı? Gelecek çok parlak, ancak bedelleri çok ağır olmakda kanımca...

Yaşam kaynağı doğa bile değişim içerisine girmiş ise, sahicilik imkansızdır. Sahicilik olmaz ise, hava sıcaklığı daha da artacak, rüzgar olmayacak. Rüzgar olmaz ise, yüzümüze belki de asla bir yel esmeyek, rüzgar olmaz ise yelken hareketlenmeyecek.

Rüzgar olmaz ise yağmur yağmayacak. Yağmur yağmaz ise yaşam en basitinden anladığımız dilde; duracak...

Sahici bir 2010 dileklerimle,

Merak edenler için; benim 2010 yılı dileğim, 2010 sağlıklı geçsin, inşallah 2011 yılını beyaz karlar ile karşılarız...

"2010 yılında istekleriniz istediğiniz şekliyle ve zamanında gerçekleşsin"

8 Mart

Kadın Üzerine – Nazım Hikmet Kimi der ki kadın, uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zil...