28 Şubat 2010 Pazar

Beklenen mevsim!



Sabahları uyandığımda hava aydınlanmış oluyor, artık bu günlerde atkımı almadan dışarı çıkabiliyorum. Akşam işten çıktığımda da hava aydınlık olmakda.
Biliyor musunuz?

Bahar mevsimi çok yakında. Belki bu yazıyı erken yazdım? Ancak etrafdan duyduğum her cümlede "bari bahar gelse" bekleyişi hakim!

Cemreler tek tek doğaya düşmekde!

Sabahları uyandığımızda bize bir umut olacak doğa... Bu sayede doğa rengarek...
Üzerimizden atacağımız kalın paltolar, ellerimiz eldivenler olmadan artık üşümeyecek; heleki sevgülünüz varsa zaten kendiliğinden kenetlenecek eller...

Bizim gibi doğanın bu uyanışına karşılık pek çok canlı da uyanacak, binbir çeşit böcek çıkacak doğada karşımıza, o evde gördüğümüzde köşe bucak kaçtığımız böceklere badi parmağın ile iki silme çalacaksın korkmadan...

Akşam üzeri olduğunda sadece bir hırka alacaksın üzerine, işte bu yüzden seviyorum bahar mevsimini, herşey hafifler, yükünden arınır, hava başka türlü kararmakda, gün başka türlü doğar.

bahar mevsimi; bir uyanışdır... bahar mevsimi başlangıçtır...

22 Şubat 2010 Pazartesi

Sufi'nin Hayat Rehberi



Yeni bir kitaba başladım!

Biraz derin düşünce, biraz nasihat, biraz Sufi irfanı, biraz şiir, biraz öykü, biraz fıkra, biraz masal... "Sufi'nin Hayat Rehberi"yle, geçmişte ve bugün Sufi okullarında öğretilen temel prensipler bir arada. Birliğin ve bütünlüğün 99 şartıyla, insanın kendine yolculuğu.
Sufi akademisyen ve öğretmen Neil Douglas-Klotz, bütün erdemleri gündelik kaygılarla birleştirerek bir arınma kılavuzu oluşturmuş. Aşkta ve işte başarıya, Sufi üstatların evrensel bilgeliğiyle ulaşmanın yollarını anlatıyor. Mevlânâ, İdris Şah, Hafız, Rabia, İnayat Han ve daha nice ustadan ebedi öğütler...

Kitap başından başlayıp da aman tek sayfa atladım geri dönüp tekrar okuyayım tarzında değil. Ruh halinize göre rast gele bir sayfayı aralayın ve okumaya başlayın. İşte en akıcı yanı da bu kitabın! Sizi özgür bırakıyor, merakınız da ruh halinizde gizli kalıyor.

Kitabı okurken birşey daha dikkatimi çekti, kendi yaşadığımız topraklarda varlığını devam ettiren tarih ve kültürü yabancı kimselerin araştırıp, derleyip toplayıp kitap haline getirmesi etkiliyor. Bir de yabancı dilden dilimize çevrisi yapılmış eserlerin başarılı olması... Aslında böyle kitapları okurken çevirisini yapan kişileri de merak ediyorum, hiç kolay bir iş değil, bi lakis takdire şayan...

Kitap Çevirmen; Züleyha Geels

Kitabın Yazarı; Neil Douglas-Klotz, maneviyat, din ve psikoloji dallarında dünyaca tanınan bir akademisyen ve araştırmacıdır. uluslararası Sufizm Birliği'nin başkanıdır. Amerikan Dinler Akademisi mistisizm grubu kurucularındandır. Amerika'da doğmuş, hayatının büyük bölümünü Edinburg'da (İskoçya) geçirmiştir. Halen Edinburgh Institute for Advanced Learning yöneticisi ve Evrensel Barış Dansları topluluğunun kurucusudur. Yazarın daha önce "The Genesis Meditations" ve "Prayers of the Cosmos" adlı kitapları yayımlanmıştır.

21 Şubat 2010 Pazar

Kelime Fırtınası


Herşeyin bir bedeli vardır!
Herşeyin bir anlamı vardır?
Herşeyin bir zamanı vardır?

Bedeli olmayan şey, anlamlı da olmaz, anlamlı olan şey tam da zamanında gerçekleşti ise doruğa ulaşır.

Birşey zamanında gerçekleşmiyorsa anlam taşımaz, anlam taşımazsa bedeli de yoktur.

Anlamlı gelen şeylere bedel ödenir, bedeli ödeniyorsa zamanında yaşanmıştır, unutulmaz.

Yaşam kısadır, göz açıp kapayıncaya kadar geçer, bu sürede anlamlı şeyler yapmadınızsa, sonrasında ödeyeceğiniz bedel pek de anlamlı olmaz, çünkü zamanı geçmiştir.

Pazar pazar aklıma düşün kelime fırtınası...

iyi haftalar olsun...

19 Şubat 2010 Cuma

Neyzen Tevfik


Tevfik, 24 Mart 1879 pazartesi günü Muğla'nın Bodrum ilçesinde dünyaya gelmiş. Babası Hasan Fehmi bey aslen Samsun-Bafra ilçesine bağlı Kolay Beldesindendir. Kolaylı soyadı da buradan gelir. Babası Soyadı kanunu çıkınca memleketinin ismini soyisim olarak almıştır.Babasının Kolaylı olmadığı Kolay'da görev yaptığı gibi yanlış bilgiler ortada dolaşmaktadır. Aksine Neyzen Tevfik'in babası Bafra Kolay'lıdır, Neyzen doğduğu esnada Bodrum'da Rüştiye ( Ortaokul ayarında) öğretmenliği yapmaktadır.

bir yazar yazacağı romanı anlatırken, anlatacaklarının sonuna gelmiş ve bu sırada neyzen yüzünü buruşturup 'bu konuyu hiç beğenmedim' demiş. yazar da bunun üzerine 'peki ama siz hiç roman yazmadınız ki, nasıl fikir yürütürsünüz?' deyince neyzen 'ben yumurtanın da iyisini bayatını anlarım, fakat hiç yumurtlamadım' diyerek ağzının payını vermiş.

Hasan Fehmi Bey, aydın düşünceli, kültürlü, müzikten anlayan, sanatsever ve nükteci bir insan. Anlayışlı, hoşgörülü ve hepsinden önemlisi de sevgisini açığa vurmaktan kaçınmayan bir baba. Annesi Emine Hanım'ın kişiliğine, öğrenim durumuna ilişkin hiçbir şey bilmiyoruz. Ama Neyzen'in "anamın ve babamın güzel yüzlerindeki riyasız, mâsum insanlık ifadesi" sözlerinden onun da anlayışlı, sevecen ve hoşgörülü bir kişi olduğu söylenebilir. Bütün bunlardan dengeli bir aile ortamında büyüdüğü anlaşılıyor.

Birde kardeşi vardır. Ahmet Şefik Kolaylı. İstiklal savaşından sonra Şefik bey Pendik Bakteriyolojihanesine müdür olarak atanmış ve bu görevde 1939 yılına kadar katılmıştır.1939 � 1945 yıllarında Tarım Bakanlığı teftiş heyetinde çalışmış, 1946-1951 yıllarında Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığında bulunmuştur.
Şefik Bey�in sığır vebası , tavuk kolerası aşısı , antraktsa teşhis çiçek aşısı Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmaları vardır.
Bakteriyolog Ahmet Şefik Kolaylı, ağabeysi Neyzen Tevfik�e onun anılarına ve eserlerine büyük önem vermiştir. Türk Ansiklopedilerinin hepsinde bugün neyzen Tevfik Kolaylı�nın adı bulunuyorsa, bu başarıda , ansiklopedilerimizde adı olmayan Şefik bey�in payı büyüktür. O, bütün hayatı boyunca Neyzen�in koruyucu mesleği olmuştur.

Neyzen Tevfik'in çocukluğu Bodrum'da ailesi ile beraber geçmiştir. Neyzen Tevfik, daha sonraları hayatında önemli yer tutacak bazı olayları Bodrum'da yaşamıştır. Bunlardan biri Neyzen Tevfik'in Sara hastalığının sebebi ile illgilidir.

5 yaşında babasıyla gittiği kahvede ilk kez neyin sesini duyan ve o anda "bir tahtasının eksildiğini" söyleyen üstadın, "insanoğlu gariptir anlaşılmaz, ibne dersin kızar, sikersin aldırmaz" sözü ne denli eli öpülesi bir insan olduğunun kanıtlarından biridir.

Neyzen yedi yaşında iken, Muğlalı Kel Mülâzım Hüseyin Ağa müfrezesinin kent çarşısında, eşkıyaların kesik başlarını halka gösterirken Neyzen Tevfik'de orada bulunur. Bu görüntü onun hayalinden silinmez ve Urla'da başlayacak olan Sara nöbetlerinin tetikleyicisidir.

gece meyhaneden cikmis evine donerken, dar bir sokakta karsilastigi bir baska sarhos ile aralarinda gecen diyalog :
- ben senin gibi cigeri bes para etmez herife yol vermem!
neyzen geri cekilir, yolu acar;
- ben veririm..


Olayı bir de Neyzen Tevfik'in ağzından dinleyelim.

Neyzen anlatiyor ; "Okula yeni baslamistim,bir aksam paydos olmus,ben babamla beraber eve gitmek üzre yola koyulmustum.Tam çarsi hizalarina geldigimiz sirada uzaktan gelen davul,zurna sesleriyle durakladik.Ben daha o yasta musikinin tutkunu,çilginca düskünüydüm.Babami elinden çekerek çalgi seslerinin geldigi tarafa dogru adeta sürüklüyordum.Nihayet alayin ucu Köskiçi meydaninda göründü.Biraz daha yaklasinca zurna ve lavtalarin ahengine tempo tutan davul tokmaklari sanki hep birden kafama inmeye baslamisti.Yaklasan kalabaligin ellerinde on,on bes sirik,siriklarin ucunda da kesik insan kafalari vardi.Gözlerim dehsetle yuvalarindan firlamis ve ben çigligi basmistim.Sasiran babam, güya o feci manzarayi bana daha fazla göstermemek için önünde durdugumuz demirci dükkaninin içine dalivermisti.Oysa olan olmus ve çocuk ruhumda müthis bir kasirga kopmustu.Eve,dinmeyen titremeler içinde getirildim ve ve birçok korku ilaçlarindan geçirildim.Fakat yazik ki bilincimin bir burcu göçmüs,akil tahtamin bir çivisi demirci dükkaninda düsüp kaybolmustu." Bundan sonra Neyzen'de olagandisi bir durgunluk baslamis ve durum birkaç yil sonra babasinin memurlugunun nakledildigi Urla'da "sara nöbetleri" halinde uzun süre devam etmistir.Annesi tarafinda tedavi için Istanbul'a getirilmis,fakat ne doktorlardan,ne de hocalardan yararlanilamamistir.

Neyzen Tevfik ile babasının uğrak yeri Tepecik cami yakınındaki kahvedir. Tevfik, o kahveye gelen dervişlerin üflediği neye vurulur, ney üflemek ister. Ancak babası Hasan Fehmi Bey, yedi yaşındaki oğlunun öğrenim hayatını olumsuz etkiler düşüncesi ile buna izin vermez.

Avram Galanti, ( Yahudi asıllı Türk eğitimci, siyaset adamı ve Türk milliyetçisi.4 Ocak 1873'te Bodrum'da doğdu. 1961 yılında İstanbul'da vefat etti. 1915 ile 1933 yılları arasında Darülfünun'da eğitimci ve profesör olarak çalıştı.) Tevfik'in kendi yaptığı düdükleri okulda çalarak çocukları etrafına topladığını belirtir.

Neyzen Tevfik'in şiire olan ilgisi de Bodrum'daki çocukluk yıllarına rastlar. Dönemin gezgin saz şairlerinden "Leylâ İle Mecnun", "Tahir İle Zühre", "Arzu İle Kamber", "Ferhat İle Şirin"... gibi halk hikâyeleri Neyzen�de şiire karşı olan ilginin başlangıcıdır.

Onüçündeyken, 1892'de, babasının "Urla Rüştiyesi"ne atanması üzerine, ailesiyle birlikte Urla'ya gider. Bir yıl sonra, usta bir neyzen olan Berber Kâzım'la tanışır ve ondan ney dersleri almaya başlar. 1893 de, ilk sar'a nöbetini geçirir. Aile büyükleri, bunu neyin etkileyici sesine bağlayarak onu bu tutkusundan vazgeçirmeye çalışırlar, bu arada okulu bırakmak zorunda kalır. Annesi ile İstanbul'a gider ve altı ay sonunda Pepo adlı bir doktor hastalığını kontrol altına almayı başarır. Gerekli ilaçları verir ve "Neyzen'in üzerine gidilmemesini ve en çok hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verilmesini" tavsiye eder. Ve öyle de olur. Öğrenimine ara verir, gönlünce gezip tozmaya ve neyi ile ilgilenmeye başlar.
Biraz düzelen Tevfik'i babası, bir yıl sonra ve son bir umutla, yatılı olarak "İzmir İdadisi"ne ( lise) verir. Ancak sar'a nöbetleri yeniden başlar ve böylece okulu bırakır. Neyzen Tevfik, neyini koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi İzmir Mevlevihanesi'nin yolunu tutar.

O yılların İzmir'i sürgün yeridir. İstibdat (despotluk) yönetimi rahatsızlık duyduğu aydınları oraya gönderir. İzmir Mevlevihanesi de onların uğrak, dahası toplanma yeri gibidir. Neyzen Tevfik burada Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Ruhi Baba, ve Şair Eşref gibi pek çok ünlü isimle ile tanışır. Onlardan Türkçe'nin yanı sıra Arapça ve Farsça dersleri alır. Şair Eşref yalnızca dostu ve hocası olarak kalmayarak ona hicvin kapılarını da açacaktır. İlk şiiri bu günlerde, 13 Mart 1898'de Muktebes dergisinde yayımlanır.

Ondokuzundayken, 1898'de, babası medrese öğrenimi için, İstanbul'a gönderir onu. Fethiye Medresesi'ne yerleştirir. Ama Neyzen Tevfik, zamanını daha çok Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçirir. Bu arada Mehmet Akif Ersoy'la tanışır. Akif, dönemin seçkin müzisyen ve edebiyatçıları ile tanışmasını sağlar. 1901 yılında, medrese giyimi olan cüppe ve şalvar yerine Akif'in verdiği setre pantolonu giymesi, akşamları medrese dışında kalması ileri-geri konuşmalara yol açınca, Fethiye Medresesi'nden ayrılır.Önce Fatih'teki Şekerci Hanı'na, sonra da Çukurçeşme'deki Ali Bey Hanı'na yerleşir. Bu arada babasını tanıyan ve daha sonra Şeyhülislam da olan Musa Kazım Efendi onu kendi derslerine kabul eder.

Onun sayesinde Neyzen Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci, Şair Şeyh Vasfi gibi edebiyatçılarla tanışır. Mehmet Akif'le dostluğu sürmektedir. Neyzen, Akif'e ney öğretir; Akif ise Neyzen'e Arapça, Farsça ve Fransızca.

Dost çevresi içinde artık İbnülemin Mahmut Kemal, Tevfik Fikret, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tanburi Cemil, hacı Arif Bey, Yunus Nadi de vardır.

1900 yılında, gramofon ticaretini ilk yapanlardan Gülistan Plâk Mağazası sahibi Hâfız Âşir Bey'le bir plâk doldurma girişimi olur. Neyzen aşırı içkili olduğu için güçlükle doldurulan plâklar yine de basılıp piyasaya verilmiştir. 1949'da yayımlanan Azâb-ı Mukaddes'e yazdığı önsözde belirttiğine göre, "yüze yakın plâk" doldurmuştur.

Dönemin önde gelen ailelerince köşk, yalı ve konaklarına çağrılan, dahası saray çevresine bile sokulan bir neyzendir artık.
Öte yandan istibdata karşı olan gençlerle Sirkeci'deki İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde bir araya gelir; yurt sorunlarına ilişkin ve istibdat karşıtı konuşmalar yaparlar. Güneş Kıraathanesi'ne gelip gidenlerden Ziya Şakir, bir gün, sözü Eşref'ten açıp Jön Türk hareketinin önderlerinden Ahmet Rıza'ya getirerek Neyzen Tevfik'i konuşturur; tüm düşüncelerini öğrenir. Ardından da ihbar eder. Gözaltına alınır ve sıkıntı dolu bir sorgulamadan geçirilir. Bu arada, daha önce tam otuz beş kez jurnal edilmiş olduğunu öğrenir. On beş gün sonra da salınır. Ama artık mimlenmiştir ve hafiyeler peşindedir. Zarar veririm endişesi ile arkadaşlarından uzak durur. Kendini Beyoğlu meyhanelerine atar. Bu esnada Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ederek Şeyh Mümin Baba'dan nasip alır. Siyasi baskı iyice artmıştır. O da pek çok Abdülhamit karşıtı gibi yurt dışına gitmeye karar verir. Kendi anlatımı ile "1319 (miladi 1902) senesi kânunusânisinin (Ocak) 13'üncü Perşembe günü Mesajeri vapurunun güvertesine postu sererek" Mısır'a doğru yola çıkar. En yakın arkadaşlarından Şair Eşref'te oradadır.

Neyzen Tevfik'in Mısır'da geçen yıllarına ilişkin olarak gerçekle gerçek olmayanı birbirinden ayırmak neredeyse imkansız. Ama geçimini neyi ile sağladığını ve hicvetmeye devam ettiği biliniyor. Mısır�da bir arkadaşı ile Neyzenler Kahvehanesi açıp işletir. Özbekiye Saz Bahçesi'nde çalarken plâk da doldurur. Jön Türklerle ilişkili, bir dost toplantısında sarhoşlukla tabancasını ateşlediği ve duruşmada yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" dediği için altı ay hapse mahkûm edilir. Ancak yaptığı itiraz kabul edildiği için bir buçuk ay yattıktan sonra özgürlüğüne kavuşur. Feride adlı Lübnanlı bir kadınla iki ay birlikte yaşar. II. Abdülhamit için yazdığı "Abdülhamid'in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun" adlı hicvini İstanbul Kıraathanesi'nde okuyunca tutuklanmak istenir. Çevrenin işe karışması ile kurtulur. "Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir" başlığı ile gazetelerde yayımlanan yazı nedeniyle hakkında tutuklama kararı verilir. Kurtulmak için "Kaygusuz Sultan" adlı bektaşi tekkesine sığınır...

II. Meşrutiyet'in ilânıyla da Mısır'dan ayrılır, İzmir'e döner. Ardından da İstanbul'un yolunu tutar. Kendi anlatımı ile 'Devr-i dilâra-yı meşrutiyet'in ilânından tam 28 gün sonra, 8 Ağustos 1324'te (1908) Sirkeci rıhtımına ayak basar.

Çemberlitaş'ta bir han odasına yerleşen Neyzen Tevfik'in "ilân edilen hürriyet"le karşılaşması pek de parlak olmaz. Seyretmek için gittiği ve Ferah Tiyatrosu'nda sergilenen "Sabah-ı Hürriyet" adlı oyunun İttihat ve Terakki'ce yasaklanması üzerine yaptığı konuşma yüzünden tutuklanır. Kısa bir süre sonra serbest bırakılır.

Neyzen Tevfik 1910 yılında "sarıklı bir zâtın kızı olan Cemile hanımla", kardeşinin ve babasının karşı çıkmasına karşın, annesinin ısrarı ile evlenir. Bir kızı olur. Ancak yürümeyen evliliği, kızı Leman henüz üç aylıkken kayınbabasının eşini alıp götürmesiyle son bulur.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Askeri Müze'nin kurucusu Muhtar Paşa'nın emrinde ve Mehterbaşı olarak askerlik yapar. Düzenle başı hoş olmayan Neyzen Tevfik'in askerliği de kendincedir. Herhangi bir meseleden Muhtar Paşa ile kavga eder ve çıkar gider. İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat Bey, sık sık yinelenen bu kavgalarda araya girer ve Muhtar Paşa ile Neyzen'i barıştırır.

Dönemin Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın yalısında Mehter takımının verdiği konseri izleyen Almanya'nın Romanya'daki kuvvetlerinin komutanının ilgisini çeker. Bazı kaynaklara göre onun çağrılısı olarak Romanya'ya gider. Romanya'da piyano eşliğinde konser verir.

1919 yılında, ilk kitabı Hiç'i yayınlanır.

1923'de Ankara'ya gider ve kardeşi Şefik Kolaylı'nın yanında 4-5 ay kalır. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı ve Mustafa Kemal'i yücelten şiirler yazar. Cumhuriyet devrimlerine bağlı, onları savunan bir şairdir artık. Geçmişe, geçmişin kalıntılarına karşı acımasız bir savaşıma girişir.

1924 yılında, arkadaşı Hasan Sâit Çelebi'nin de yardımları ile yazdıklarını Azâb-ı Mukaddes adı altında forma forma yayımlamaya kalkışır. Ancak girişim başarılı olmaz. İki formadan sonra noktalanır.

1926 yılında Atatürk'le tanışır.

1927 yılında sa'ra nöbetleri ve alkol yüzünden artık sık sık gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kâmil Hastanesi'nde tedavi görmeye başlar.

1928 yılında Dresden Opera Müdürü Kurt Schtringler ile tanışır. Ney çalışına hayran kalan Opera Müdürü Neyzen Tevfik'i yücelten sözler söyler. Aynı yıl, eski dostu Mehmet Akif'i görmek için tekrar Mısır'a gider. Bir yıla yakın bir süre yanında kalır.

30 lu yıllarda, ekonomik destek olsun diye, Vali ve Belediye Reisi Muhiddin Üstündağ'ın girişimi ile Konservatuvar'da görevlendirilir. 40 lı yıllarda doktoru olduğu kadar dostları da olan Mazhar Osman ve Rahmi Duman'ın aracılığı ve Valiliğin oluru ile Bakırköy Akıl Hastahanesi'nin 21 nolu koğuşu ona ayrılır. İstediği zaman gelir, yatar, dinlenir ve çıkar gider. Rahmi Duman, Neyzen Tevfik'le ilgili şunları yazmış; "Onu yakinen tanımak mazhariyetine 1932 de erdim. O tarihte genç bir asistan olarak Bakırköy Akıl Hastahanesi'ndeki 18 numaralı serviste (ehline) açmış olduğu şiir ve felsefe kürsüsünün hevesli ve usanmak, yılmak bilmeyen bir talebesi olmuştum."

9 Mart 1946'da, basın yararına düzenlenen bir konserde çalar. Yaptığı taksimlerle izleyicileri büyüler. Konser öncesi neyini merak edenler, konser sonrası onu dinlemenin bir şans olduğunu dile getirirler.

1949 yılında, dostlarından İhsan Ada, Neyzen Tevfik'in eserlerini, onun gözetimi altında, Azâb-ı Mukaddes adı ile kitaplaştırır.

1951 yılında Onu Affettim* adlı bir filmde önemli bir rolde gözükür. Ağlayan Şarkı adlı bir başka filmde ise, Suzan Yakar'la oynar.

1952 yılında, arkadaşlarının ısrarı ile Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesi yapılır.

1930'larda İstanbul Belediye'sinin bağladığı yardım aylığını saymazsak Neyzen'in düzenli bir geliri hiç olmaz. Neyzen Tevfik'in söylenceleşen yaşamı 28 Ocak 1953'te son bulur. Cenaze namazı Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde kılınır. Caminin avlusundan taşan kalabalık; ana caddeleri, kahveleri, yolun karşısında ki Barbaros Bulvarını doldurur. Memurların, profesörlerin, ileri gelenlerin yanı sıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar, sokak serserileri ve bin bir çeşit insan bir arada uğurlarlar Neyzen'i bilinmeyene. Kim bilir belki de hiçlikten hepliğe..

18 Şubat 2010 Perşembe

Müzik; Andrea Bocelli



Söyle..., söyle de...., ne söylersen söyle!!!

Andrea Bocelli; pek çok kişi gibi ben de hayranım kendisine. Herhalde beğenmiyorum ben bu sesi, bu yorumu diyen kimse yoktur!

İlk duyguğumda alıp götürmüşdü beni, hani bilmediğiniz bir dilde şarkı dinlediğinizde yabancılaşırsınız, çok işlemez ruhunuza, anlamını bilemezsiniz çünkü. Ancak Andrea Bocelli'nin sesinden birşeyler dinlemek, anlam ya da merakı bir kenara bırakıyor. Sanki bildiğiniz dilden şarkıları söyler gibi işliyor ruhunuza. Müzik bu noktada evrenselliğini de kanıtlıyor...Sanki müziğin kendisi bu buğulu ses...

Sanatçı yeteneği bir yana hayran bırakırken, gerçek yaşam öyküsü de etkiliyor şüphesiz. Daha 12 yaşındayken talihsiz bir durumda görme yetisini kaybetmiş. Ancak yılmamış, şarkılarındaki duygusallığın aksine hukuk eğitimi almış.

Allah bir yerden alıp bir yerden de ödüllendirmekde...
Dinledikçe sessizleşiyor herşey...

www.youtube.com/watch?v=OwfbTVzN-fc

16 Şubat 2010 Salı

Pazartesi



Dün öğle yemeğini Taksim'de yemek istedim, hem yemekten sonra da biraz İstiklal Caddesi'nde dolaşır birkaç kitap karıştırırım diye düşündüm.Ancak ben ne zaman Taksim'de yemek planı yapsam, İstiklal'e ilk adımımda bir alana konumlanmış yüzlerce polis, başka bir alanda ellerinde pankartlarını açmış halk ile karşılaşmaktayım!

İşte dün de bu manzara ile İstiklal'e giriş yaptım. Elimi çabuk tutmam gerketi çünkü ben yemeğimi yedikten sonra buralar karışabilirdi...

Yemeğimi hiç olmadığı kadar hızlı yiyip, çay keyfini bile yapamadan, yine dayanamayıp, D&R mağazasına adımlarım ilerliyordu. Kapıdan girdiğim anda fark ettim ki ben bu ay Atlas dergisi almamışım! Kendi kendime hayıflanarak Şubat ayına ait dergiyi raftan özenle seçtim, sonra gözüm başta renkte atlas dergisine takıldı. Bu ay Atlas Dergisi Arkeoloji adında özel bir yayın sunmuş. O'nu da aldım rafdan... Bunun yanında sadece dergi almıyorsunuz, dergi ekinde pek çok süpriz sizi bekliyor, tavsiye ederim bu ayki sayıları sakin es geçmeyin... Dolu dolu okumaya değer bir sayı olmuş her zamanki gibi...

Sonrasında kitap bölümüne çıktım ve bir tane de Özcan Yüksek kitabı hediye ettim kendi kendime... Yetmedi bir tane de Hüseyin Rahmi Gürpınar kitabı seçtim, gözümü kapadım bir kitap seçtim...

Artık kitapları tek tek karıştırmayacağım raflarda sevdiğim, hayranlık duyduğum her yazarın kitabını şansıma, o günün şansına bırakarak gözüm kapalı seçeceğim. Siz de deneyin derim çok keyifli oluyor... Hani bazı kitaplar vardır, rasgele bir sayfa çevirirsiniz ya, o sayfayı okuduğunuzda aslında o anki ruh halinize sanki hitap eder ve şaşırır kalırsınız... Bu gözü kapalı kitap seçme işi de bu anlamda keyifli; benim için...

Pazartesi Pazartesi öğle vakti gerçekleşen bu aktivite pek de başladığı gibi gerçekleşmedi... Kitapçıdan tam çıkacakken güvenlik görevlisi bir şarkı mırıldanıyordu; yağmur, yağmur çok uzaklarda... diye mırıldanıyordu... Havaya baktım hava yağmur havası değil, hafif güneş açmış sakindi...
Sakinlik bir anda yağmur damlaları ile bozuldu, İstiklal caddesinde ilerlerken bir anda yağmur bastırıverdi, öyle böyle bir yağmur değildi bu... Hemen bir kafeye kendimi attı, sanki kendi evime apar topar girer gibi içeriye girivermiştim. kafedeki görevli kişi o kadar kibar davrandi ki bu şaşkın ve ıslanmış halime acımış mı oalcak bilemiyorum, hemen bir kahve hazırladı ve ben de bu kahve eşliğinde taksimin bu güzel kalabalığını, ansızın yağan yağmurunu izlemeye başladım...

Plansız öğle yemeğim böyle sonlandı, yağmur da ansızın başladığı gibi 10 dakika bile sürmeden diniverdi... Hızlı adımlarımla işime doğru yol aldım... Elimde sıkı sıkıya tuttuğum merakla beklediğim Atlas dergisi ile bir iş günümü bitirmek üzere ofisten içeri adımımı atıyordum...

Çok kısa Özcan Yüksek/ Sessizce Dön kitabından bahsetmek istiyorum. " Yola çıkan, yolun karakterini kazanır" diyor Özcan Yüksek! Mevlana'nın büyük göçünü, Mevlana oluşunu anlatıyor... Mevlana'nın geçtiği yolları geçerken, kendisi de döne döne dolanıyor; Horasan'da, İran'da,Suriye'de ve başka diyarlarda, MEsnevi'de ve Divan Kebir'de, ruhsal bir yolculuğa çıkıyor....

12 Şubat 2010 Cuma

Varlığı ile yok...



Bir varmış Bir yokmuş misali,

Yaşamımızda;

Var olunca Yok olan değerler...


Allah -- Boşluk

Aşk -- Arayış

Annem -- Annem

İş -- Daha çok iş

Stres -- İş

Sevgi -- Sahtecilik

Hoşgörü -- Savaş

Anlayış -- Savaş

Eğitim -- Cehalet

Liderlik -- Kayboluş

Kitap -- Can sıkıntısı

Aşk -- Aşk acısı

Evlat -- Para

Aile -- Yanlızlık

İş -- Stres

Para -- Huzur

İnanç -- İnanç

Huzur -- Kıskançlık

Evlilik -- Eyvah Evde kaldım mı ben? :))

Master yapmak -- Daha çok maaş isteği

Doktora yapmak -- Daha çok maaş isteği

Uyku -- Yorgunluk

Yeni -- Eski

Aldatma -- Sevgi

Kötülük -- Saflık

Cehalet -- Kayboluş

Seyahat -- Merak

Gözlem -- Merak

İntikam -- Anılar

Anılar -- Yanlızlık

Prensip -- Kararsızlık

Evet -- Hayır

Hayır -- Yanlızlık

Yazmak -- Sessizlik

Yazmak -- İtiraf

İtiraf -- Kararsızlık

İtiraf -- Güvensizlik

Güvensizlik -- Sevgi

Modern -- Örf/Adet

Örf/Adet -- Ukalalık

Ukalalık -- Hoşgörü

Şarap -- Kaygı

Şarap -- Çekingenlik

Şarap -- Uykusuzluk

Kış Mevsimi -- Yaz Mevsimi

Tembellik -- Aşk

Tembellik -- Para

Para -- Çok Para

Çok Para -- Az para

Sağlık -- Yaşama dair olumsuz ne varsa herşeyi düzeltir....

4 Şubat 2010 Perşembe

Dört Mevsim Huzur; Senle...

Dört Mevsim Huzur

Seni ilk gördüğümde herşey sade
İlerleyen tanışmalar,
Sonradan farkına vardığım, ardı ardına aklıma düşen sen.
Dünlerde aradığım, bir anda yanımda bulduğum sen.
Parıldayan çimen rengi gözler.
Bir gülüşünle eşsizleşen yüz ifadesi.
Yanındayken başka duygular
Tarifsiz bir huzur.
Bu duygu öncesinde aradığım, bulduğumu düşündüğüm ancak yanıldığım...
İşte senle yaşadığım; güven!
Bunun için çok değerlisin, bunun için sonsuz mücadelem.
Seni ilk baharda tanıdım...( aslında bir yaz mevsimi mi demeli buna?:))

Daha ne mevsimler geçer bilinmez ancak; ben dört mevsimi de senle yaşamak isterim.
İzin verirsen; dört mevsim de huzur senle....

1 Şubat 2010 Pazartesi

Beyaz renklerde; Abant soğuk, Abant sıcak...


31 Ocak Pazar günü
Bugünde saatimin durmaksız çalan alarmı ile güne merhaba diyorum. Ancak gün henüz ağırmamış saat 05,30 sularında. Pencereden dışarı baktığımda hava zifiri karanlık. Karanlığın aksi renginde bir sessizlik hakim ve bu sessizliği aralayan sadece sabah namazına davet, ezan sesi oluyor...

Pazar gününün anlayışına inat bu kör vakitte dışarı çıkmak için hazırlanıyorum. Gezi çantam tamam, yolda atıştırmalıklar hazır ve sıkı sıkıya üşümemek adına kat kat giyinerek dışarı atıyorum kendi kendimi. Yoksa iki dakka düşünme payı bıraksam kendime olduğum yerde uyumaktan korkarım...

Apartman kapısından dışarı ilk adımda fark ettim ki sokakda tek ses ayaklarımdan çıkmakda; hızlı adımlarımın çıkarttığı ayak seslerim...

Bugün gezdikce Abant'a gidiyor! Gezi için buluşma noktamız Kadıköy!
Ben biraz geç kalıyorum buluşma yerine... Tüm üyeler gelmiş bile... Gezilerde en çok hoşuma giden şey, kalabalık bekleyiş:))


Toplamda 17 üyemiz ile yolculuğumuz başlıyor. Gezdikce.com yazılımcısı Serkan Türkel önderliğinde bu gezi gerçekleşiyordu. Katılımcıların pek çoğu ile buluşma noktasında tanışma fırsatım olmuşdu. Herkes aynı yüz ifadesi ile bekleyişdeydi, tek gözler açık uyku modunda servise binip İstanbul'dan ayrılıyorduk...

Bugünkü gezi günübirlik olacaktı. Amacımız doğa ile başbaşa kalmak. Bunun için de en uygun yer Abant...

Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk ile Abant'a varıyorduk. Gezimizin akışı doğa ile baş başa kalmakdı. Bir gün öncesinde piknik alışverişi yapılmış,hazırlıklar tamamdı.
Bugünde İstanbul günlük güneşlik, ancak doğanın bize sunduğu kış mevsimi simgesi kar şöleni ile Abant'da çocuklar gibi şendik ! Abant milli parka girişde doğa bize beyaz ceketini giymiş merhaba diyordu. Göl kenarını takiben ilerliyorduk. Sandığımın aksine bu soğuk günde etraf çok kalabalıkdı. Bu yüzden piknik için güzel yerler çokdan kapılmışdı. Biz de kendimize uygun bir alana konumlanıyorduk. Servisden inip de ayaklarım yere bastığında diz kapağıma kadar kara gömülüyordum. Her adımda O karın çıkarttığı ses, hep özlediğim sesdi...


Hava sakin gibiydi, rüzgar yokdu. Eşyalarımızı alıp masalara konumlandık. İlk bir kaç adımdan sonrası soğuğu hissettiriyordu. Hem hazırlık yapıp hem soğuğu hissetmemek adına zıplamak, hareket halinde olmak grubu da neşelendiriyordu. Mangallar açılmış, etler dizilmiş, aparatif yemekler hazırlanıyordu. Bir kısım arkadaşlar etrafdan odun, çalı çırpı topluyor, ben ve birkaç kişi ateş yakmak ile uğraşıyorduk. Ancak nem her yeri sarmış ve odunlar da bu yüzden ıslak olduğu için ateşimiz istediğimiz gibi alevlenmiyordu. Grup; Serkan, Kemal, Gözde, İlker, Aytekin, Deniz, Naim, Halide, Çiğdem,Fethiye,....

Dört koldan aç karnımızı doyurmak üzere sofrayı hazırlıyorduk. Ateş biraz da olsa istediğimiz kıvama gelmişdi. Ateş biraz hareketlenince aldığımız sıcak şarap şişelerini ateşe gömüyorduk.

Yemekler bu soğukda biraz da olsa bize enerji veriyordu. Sonrasında birkaç yaramaz el ile havada kartopu savaşı başlıyordu. Sonrasında bulunduğumuz yerin ilerisinde kurulmuş kayak merkezine doğru ilerliyorduk. Kızak ile kayacaktık, kızaklar elimizde en tepeye konumlanıp var gücümüzle kendimiz aşağıya bırakıyorduk.

Gün böyle güzel geçmekteydi, bu güzel aktiviteden sonra göl etrafında bir yürüş ile doğanın güzelliğini keşfe çıkmamak olmazdı Biz de aynen göl manzarasını yaşamak için beyazlar içinde yürüyorduk.

Bu gezide herşeye hazırlıklı olup da yedek bir bot almadığım için ayağımdaki botlar maalesef bu kadar yürüyüşe dayanamayıp ıslanıyordu... Kaldı ki bu botları aldığımda kar için yüzde yüz dayanıklı garantisi almış, üzerine de koruyucu sipreyi alarak akıllılık ettiğimi düşünmüştüm... Marka sorarsanız eğer; gerek yok meşhur çapır marka botlarından işte:))

Soğuğa savaş açarak hoplaya zıplaya şarkılar eşiliğinde ilk kez, kocaman bir su birikintisinin buz tuttuğuna yani gölün buz tuttuğuna şahit oluyordum. Doğa hakiketen çok şaşırtıcı ve büyüleyici... Akıl yürütmek ya da O'na gövde gösterisi yapmak mümkün değil bu nedenle...

Piknik alanımıza tekrar dönüp, ateşin başında sıcak şaraplarımızı yudumluyarak çekirdek çitleterek sohbet sohbeti açıyordu....
Zaman geçiyor ancak soğuk da içimize işliyordu... Alkolleri geri götürmemek adına tüm sıcak şarplarımızı ateşe gömüp hem şarabı hem sonrasında her yudumla içimizi ısıtan şarap şişelerinin tabir caiz ile dibine vuruyorduk...

Vakit dönme vakti eşyalarımızı toparlayıp İstanbul'a gitmek üzere aracımıza biniyorduk. Yedek çoraplarım olmasa o gün için zor bir gün olurdu. Günün eğlencesi yol boyunca da bizle birlikteydi. Şarkılar türküler, darbuka eşliğinde yorgunluk nedir bilmeden eğlence bizle birlikteydi...

Arada verdiğimiz mola ile hatıra fotoğraflarımıza en güzel kareleri ekleyip İstanbul'a varıyorduk.
Belki de en güzel gezimizi gerçekleştirmişdik bugün. Abant'ın doğa güzelliği ve grubun da kendi aurası ile bugün çok çok keyifli geçmişdi.

Yeni arkadaşlıklar, güzel bir gezi, paylaşımlar, yeni tecrübeler daha daha güzel geziler için bize cesaret vermiş ve bir gezi tecrübesini daha yaşatmışdı bizlere.

hayat gezdikce güzel, gezdikce tatlı ve özel...

8 Mart

Kadın Üzerine – Nazım Hikmet Kimi der ki kadın, uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zil...