
31 Mart 2010 Çarşamba
28 Mart 2010 Pazar
Mozart and the Whale
27 Mart 2010 Cumartesi
26 Mart 2010 Cuma
ÇAMTEPE EKOLOJİK YAŞAM MERKEZİ AÇILDI
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin fikir ortağı olduğu Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi 21 Mart’ta açıldı.
Çamtepe’ye ulaşım için aşağıdaki yönlendirmeyi takip ediniz:
Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezine Edremit – Çanakkale yolu üzerindeki Küçükkuyu Beldesinden gidilir.
Küçükkuyu’ya vardıktan sonra Bahçedere köyüne giden yola sapılır ve Bahçedere Köyünden sonra yola devam edilir. Çamtepe binası, Bahçedere Köyünün çıkışından yaklaşık 3 km sonra yol üzerinde soldadır.




AMAÇ
Kendi içinde yeterli, döngüleri tamamlanan bir yaşam mümkündür!
Çamtepe Ekolojik Yaşam Eğitim, Araştırma, Uygulama ve Gösterim Merkezi
Yaşamlarımız boyunca doğa üzerinde bıraktığımız olumsuz etkiyi en aza indirebilmenin yollarını
Ve bıraktığımız olumsuz etkinin olumluya çevrilebileceğini göstermek;
Bu yönde çözümler oluşturmak,
Var olan çözümleri paylaşarak çoğalmasını sağlamak amacıyla oluşturuldu.
Çamtepe Ekolojik Yaşam Eğitim, Araştırma, Uygulama ve Gösterim Merkezi, Buğday Derneği’nin bir grup çalışanı tarafından oluşturulmakta olan ekolojik yerleşimin bir parçası olarak hayata geçmektedir. Merkez, Dernek’le bağlantılı olarak ekolojik yaşamın her alanında, değişik hedef kitlelerine yönelik eğitim programlarına, uygulama çalışmalarına ve toplantılara ev sahipliği yapacak ve çok sayıda insanı ağırlayacak şekilde tasarlanmıştır. Bütünüyle ekolojik prensiplere uygun şekilde inşa edilmiş olan Merkez, bir müze olmaktan çok, içinde sürülen yaşamla, doğa ile barışık, kendi içinde yeterli, döngüleri tamamlanan bir yaşamın mümkün olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla araştırma, uygulama, gösterim ve eğitimlerin düzenleneceği Merkez’in:
Geleneksel teknolojinin kullanıldığı veya sergilendiği (karasaban gibi geleneksel doğru uygulamaların yayımının yapıldığı) veya bilgisinin paylaşıldığı;
Alternatif teknolojinin kullanıldığı veya sergilendiği veya bilgisinin paylaşıldığı;
Enerji ihtiyacının doğal sınırlara çekildiği ve enerjisinin yenilenebilir kaynaklarla karşılandığı;
Kullanılan her türlü malzemenin üretim süreçleri ve doğaya maliyetini açıklayan;
Mimari anlamda ekolojik kurallara uygun;
TaTuTa çiftçileri ve ziyaretçileri için doğaya uyumlu pratiklerin gösterildiği, sürekli araştırıldığı ve sergilendiği;
TaTuTa çiftliklerine yönlendirmelerin yapıldığı,
TaTuTa ev sahipleri ile ilişkinin sürdürüldüğü, bu çiftliklerin ekolojik yaşam ailesi içinde kalmasının sağlanması ve ekolojik kapasitelerinin artırılması için çalışan,
WWOOF, GEN ve ECEAT* ziyaretçileri için bir iletişim merkezi olan bir mekân olması hedeflenmektedir.
*Buğday Derneği TaTuTa Projesi kapsamında ECEAT (Avrupa Ekolojik Tarım Turizmi Merkezi) ve WWOOF (Dünya Organik Çiftliklerde Gönüllüler Organizasyonu)nun Türkiye’deki tek temsilcisidir. Bununla birlikte GEN Avrupa (Avrupa Küresel Ekoköyler Ağı) nın bir parçasıdır.
Ekli linkten detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
http://camtepe.org/
Çamtepe’ye ulaşım için aşağıdaki yönlendirmeyi takip ediniz:
Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezine Edremit – Çanakkale yolu üzerindeki Küçükkuyu Beldesinden gidilir.
Küçükkuyu’ya vardıktan sonra Bahçedere köyüne giden yola sapılır ve Bahçedere Köyünden sonra yola devam edilir. Çamtepe binası, Bahçedere Köyünün çıkışından yaklaşık 3 km sonra yol üzerinde soldadır.




AMAÇ
Kendi içinde yeterli, döngüleri tamamlanan bir yaşam mümkündür!
Çamtepe Ekolojik Yaşam Eğitim, Araştırma, Uygulama ve Gösterim Merkezi
Yaşamlarımız boyunca doğa üzerinde bıraktığımız olumsuz etkiyi en aza indirebilmenin yollarını
Ve bıraktığımız olumsuz etkinin olumluya çevrilebileceğini göstermek;
Bu yönde çözümler oluşturmak,
Var olan çözümleri paylaşarak çoğalmasını sağlamak amacıyla oluşturuldu.
Çamtepe Ekolojik Yaşam Eğitim, Araştırma, Uygulama ve Gösterim Merkezi, Buğday Derneği’nin bir grup çalışanı tarafından oluşturulmakta olan ekolojik yerleşimin bir parçası olarak hayata geçmektedir. Merkez, Dernek’le bağlantılı olarak ekolojik yaşamın her alanında, değişik hedef kitlelerine yönelik eğitim programlarına, uygulama çalışmalarına ve toplantılara ev sahipliği yapacak ve çok sayıda insanı ağırlayacak şekilde tasarlanmıştır. Bütünüyle ekolojik prensiplere uygun şekilde inşa edilmiş olan Merkez, bir müze olmaktan çok, içinde sürülen yaşamla, doğa ile barışık, kendi içinde yeterli, döngüleri tamamlanan bir yaşamın mümkün olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla araştırma, uygulama, gösterim ve eğitimlerin düzenleneceği Merkez’in:
Geleneksel teknolojinin kullanıldığı veya sergilendiği (karasaban gibi geleneksel doğru uygulamaların yayımının yapıldığı) veya bilgisinin paylaşıldığı;
Alternatif teknolojinin kullanıldığı veya sergilendiği veya bilgisinin paylaşıldığı;
Enerji ihtiyacının doğal sınırlara çekildiği ve enerjisinin yenilenebilir kaynaklarla karşılandığı;
Kullanılan her türlü malzemenin üretim süreçleri ve doğaya maliyetini açıklayan;
Mimari anlamda ekolojik kurallara uygun;
TaTuTa çiftçileri ve ziyaretçileri için doğaya uyumlu pratiklerin gösterildiği, sürekli araştırıldığı ve sergilendiği;
TaTuTa çiftliklerine yönlendirmelerin yapıldığı,
TaTuTa ev sahipleri ile ilişkinin sürdürüldüğü, bu çiftliklerin ekolojik yaşam ailesi içinde kalmasının sağlanması ve ekolojik kapasitelerinin artırılması için çalışan,
WWOOF, GEN ve ECEAT* ziyaretçileri için bir iletişim merkezi olan bir mekân olması hedeflenmektedir.
*Buğday Derneği TaTuTa Projesi kapsamında ECEAT (Avrupa Ekolojik Tarım Turizmi Merkezi) ve WWOOF (Dünya Organik Çiftliklerde Gönüllüler Organizasyonu)nun Türkiye’deki tek temsilcisidir. Bununla birlikte GEN Avrupa (Avrupa Küresel Ekoköyler Ağı) nın bir parçasıdır.
Ekli linkten detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
http://camtepe.org/
Nazım Hikmet
.jpg)
Nazım Hikmet'ten aşk üstüne...
Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan 'Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?' diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, 'Ama senin için şunu yaptım' derken o, 'şunu yapmadın' diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. 'Peki o ne yaptı' deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engell er koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. 'Acılara tutunarak' yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...
NAZIM HİKMET
22 Mart 2010 Pazartesi
21 Mart 2010 Pazar
Aş kendini!

Aş kendini Fethiye; sen de Kenya'ya git!
Bugün tvde zaping yaparken bir program takıldı gözüme. Gezmeyi seven biri olarak odaklandım programa hemen. Ancak oldum olası gezi programlarına karşı bir ön yargım vardır, daha doğrusu gezi programı sunucularını sevmem, hiç hazetmem hatta... Buna kıskançlık denilebilir, buna çekememezlik denebilir. Kabulümdür! :))
Programı ilk zapladığımda da aynı duygular ile nereyi gezdiklerini anlamaya çalışıyordum. Bulundukları yer Kenya! Dünyanın bir ucu... Doğa başka türlü çıkıyor karşımıza... İşte tam da programı izlerken bunlar geçiyordu düşüncelerimden...
Aş kendini Fethiye! dedim ben de... Ancak bunu söyler söylemez bu söylem çok acımasız da geldi... Aslında program adı olarak çok ezici, sen evde otur biz Kenya'dayız bak! Aş kendimi, aşşş!!!
Kaç kişi Kenya'ya gitme planı yapabilir diye düşünmekteyim? Kaç kişi bu tarz gezilere çıkma fırsatı yakalıyor ki? İşte sırf programın adı yüzünden ardı ardına pek çok şeyi düşünüverdim böyle; ben!
Aş kendini ne demek diye bir kez daha düşünmek istiyorum!
Gezi programları iyidir, olsun, hep olsun... Ancak programın adı "Aş Kendini" ???
18 Mart 2010 Perşembe
Hokus Pokus/ Adra Kadabra

İş yerinde, masamda, şıkır şıkır topuklu çizmlerim/ayakkabılarım, ceket giyme zorunluluğuna çare çeketimi mütemeadiyen sandaliyeme giydirmekle gerçekleşen günlerin bazı zamanlarında, kulaklarımda "U2" ya da " Depeche Mode" çalmakda...
Arada bir çaktırmadan topuklu, özene bezene aldığım ayakkabı/çizmeleri çıkartmaktayım vallahi! İşte bu zamanlarda kulaklarımda "U2" daha bir yer etmekde...
hokus pokus/ adra kadabra...
16 Mart 2010 Salı
Gezdikce

Gezdikce bu hafta sonu yine Ayasofya'daydı!
Yoğun istek üzerine tekrarladığımız bu gezi hepsinden daha anlamlıydı şüphesiz. Kararlaştırdığımız gibi Ayasofya giriş kapısında üyelerimizi bekliyorduk, ilk ben ve Çiğdem gelmişdi, sonrasında değerli arkadaşım Tayfun ile buluşduk. O gün hava hafif kuru soğukdu, hemen yanımızda mis gibi kestane kokusuna dayanamamış, kestane almışdık... Bu mis kokulu keyifle sohbet ederken, yanımıza iki bayan geldi ve siz gezdikce ekibi misiniz? dedi.... Ben de şaşkın bir o kadar da heyecanlı halde kendimi tanıttım. O gün orada tanıdığımız bu dünya şekeri iki bayan gezdikce'yi internetten bulmuşdu. Sonrasında sohbetlerimiz ile dünya turu sayılacak geziler gerçekleştirdiklerini dinledik keyifle...
İşte bu tanışmalar beni tarifsiz halde keyiflendiriyor, bizimle aynı duyguda olan kişiler ile buluşmak, anlatılmayacak bir haz!.
Ayrıca bugünde kokartlı rehberimiz Serhat Engül'e bizlere Ayasofya tarihini hikaye tadında aktarması adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum...
Hayat gezdikce güzel gezdikce tatlı ve özel... bir hayal ile çıktım yola, şimdi o yolda paylaşılacak çok hikaye var...
hadi hep birlikde paylaşalım hikayelerimizi...
fethiye@gezdikce.com

10 Mart 2010 Çarşamba
9 Mart 2010 Salı
Her an fırtına çıkabilir

Baba/William;
-Önemli olan söylediklerin değil söylemediklerin...
Esass kız/Susan;
-Belki de dinlemiyorsun..
Baba/William;
-Dinliyorum..ne ufacık bir heyecan görüyorum ne de bir sevinç belirtisi.. bu ilişkideki tutku baştan karalara bile az gelir..kendini bırakmanı istiyordum oysa..
havaya uçmanı istiyordum.. öyleki eteklerin zil çalsın..delicesine mutlu ol... mevleviler gibi dans et.. Biliyorum öyle kolay değil.. ben derim ki bırak şansın seni yönetsin.. aklını değil kalbini dinle ama kalbinin attığını duymuyorum.. çünkü işin aslı hayat bu olmadan yaşanmasa da olur.. koca bir ömür tüket fakat bir kez bile aşık olma.. yaşamış bile sayılmaz insan.. ama denemek zorundasın..
çünkü eğer denemediysen yaşamamışsın demektir.. açık ol..
kimbilir..fırtına her an çıkabilir..

7 Mart 2010 Pazar

City Of Angels; Benim kült filmlerim arasındadır. İlk sıralarda...
Ancak her izlediğimde farklı bir düşünce sarıyor beni... İlk izlediğimde Nicolas Cage'i aşık olduğum kişiye benzetmişdim! Hala benziyor o ayrı... Sonraki izlenimlerim de aşk üzerineydi ancak biraz daha gerçek yaşam yorumları ile bakmışdım filme.
Bugün ise film içinde tek bir sahneye odaklandım! Ekli fotoğrafın olduğu sahne bu!
Günümüz ilişkilerinde tek kriter kariyer ve bununla beraber maddiyat hakim hep. Aslında evliliklerin çoğu biraz da para üzerine kurulu değil mi? Ben de paranın önemli olduğunu düşünüyorum ancak bir sınıflama yapmıyorum! Herşeyden önce bulunduğun konumda zaten birşeyler kendinliğinden gelişiyor. Sana ulaşması zor olmuyor, değerini kaybetmeden tercihlerini özgürce yapabiliyorsun, yapabilmelisin!
Yaşamın kendisi bir mücadele değil mi zaten?
Filmde dikkatimi çeken konu şuydu; esaskadın, bir doktor ve başarılı bir kişi... Hayatına tahmin edemeyeceği özel bir kişi giriyor. Bu kişinin somut olarak tanımlanabilecek hiç bir sıfatı yok. Bildiği ve yaptığı tek şey hayattan zevk alma duygusu.
Filmden birkaç sahne ile bunu çok da güzel hissettiriyor, şeftali meyva tadının yaşattığı hazzı ve lezzetini, ya da denizde yüzmebilme yetisini... Bu sayede yaşamda varolmak için bunların çok daha önemli ve bağlayıcı olduğunu... Aslında anahtar kelime de bu sanırım; varlığının nerde olduğu?
Ve esaskadın bu kişiye aşık oluyor!
Filmde bu kez dikkatimi çeken buydu, sadece bu! Aşkın ne kadar sade ve yalın olduğu. Ne kadar şekilsiz olduğu... Aşkın tanıdıkça detaylarda gizli olmadığı... olmayacağı; detaydan uzak! beklentiden uzak! yaşadıkça güzelleştiği!
Bu tek taraflı değil şüphesiz...

Ekli dergi kapağında ilk bakışda herşey normalmiş gibi görünebilir. Belli ki bir konsept oluşturmak istenmiş. Kapak modelinin elinde bir kitap, niyeyse tam da poz vermiş havasında bakıyor model. Hani doğalından pozlanmadan fotoğraflansaydı o kadar takılmayacaktım elindeki kitaba! Israrla elindeki kitaba odaklanıyorum, bu konsepte Karl Popper’ın “The Open Society and Its Enemies-Açık Toplum ve Düşmanları” kitabı!
Amerikada yapılan araştırmalara göre zeki kadınlar ilişkilerini daha uzun sürdürebiliyorlarmış.
Bir başka araştırmaya göre de zeki erkeler daha az aldatıyorlarmış!
Bu durumda zeki erkeklerin mi dikkati çekilmeye çalışıyor, yoksa zeki kadın olma imajı mı?
Şimdi benim de erkekler için yapılan bir dergiyi nasıl didiklediğim sorgulanabilir. Ancak gittiğim kuaförde gördüm bunu vallahi... Bakakaldım öylece....Kitaba! korkudan dergiyi açmadım bile... hönkkk!!! ok yazı bitmişdir:))
04/02/2007 tarihinde Hürriyet'te çıkan Soner Yalçın'ın Türk -Ermeni kardeşliğini anlatan yazısını paylaşmak istiyorum...
"vehbi koç’un bildik bir sözü vardı: "kafam yorulacağına elim yorulsun!" iş dünyasının duayeni, rahmetli koç yakın çevresine, bilgilerinizi kafanızda tutacağınıza deftere yazın öğüdü veriyordu. beylerbeyi’ndeki sakıp sabancı müzesi’ne giderseniz sakıp ağa’nın zaman içinde notlar aldığı defterlerini görürsünüz...
not defteri bulundurmak, günlük tutmak bizden önceki kuşakların alışkanlığıydı.
kendimi o kuşağın temsilcilerinden biri olarak görürüm; yanımdan hiç ayırmadığım not defterlerim oldu hep.
benim not defterlerim "çıfıt çarşısına" benzer; ne ararsanız vardır; tarihsel olayların bugüne benzerliklerinden tutun da, gündeme ilişkin analizlerime; futboldan magazine; dini, siyasi, ticari akrabalık bağlarına kadar...
not defterimde bazen kendime önerilerde bulunurum; şu olay film-dizi olarak çekilebilir; bu olay araştırılıp kitap yazılabilir veya şu tür bir tv programı yapılabilir gibi....
not defterim aynı zamanda benim çalışma defterimdir; hafızamı dinç tutma egzersizleri yapmama yardımcı olur.
kitaplarımı okuyanlar dipnotlarımı sevdiklerini söylerler; o bilgi notlarını not defterime borçluyumdur ben.
ve işte, o not defterlerindekileri bundan sonra haftada bir gün hürriyet okurlarıyla paylaşacağım.
--merhaba...--
--iki terörist şıracıyan ve samast’ın şaşırtan benzerlikleri--
hayatlarında 'baba figürü' yoktu. futbolu seviyor, futbol oynuyorlardı. işsizdiler. milliyetçiliği abilerinden öğrendiler. öldürdükleri onlara göre 'hain' idi. suikast silahları tabancaydı; cinayette önce, biri camiye gidip namaz kıldı; diğeri haç çıkarıp dua etti... biri türk diğeri ermeni iki teröristin benzerlikleri sadece bu kadar değildi...
adi ister ogün samast; ister arşavir şıracıyan olsun terörist teröristtir; ve benzerlikleri hep şaşırtıcıdır...
biri arşavir şıracıyan 20. yüzyılın başında (1900) istanbul’da doğdu; diğeri ogün samast yüzyılın sonunda (1990) trabzon’da...
ikisinde de "baba figürü" yoktu; her ikisi de babalarını küçükken kaybetmişlerdi. arşavir’in babası ölmüştü, ogün’ün babası ise evi terk etmişti...
fazla okuyamadılar. iş bulamadılar; işsizdiler.
ikisi de futbolu seviyordu, futbol oynuyordu; başarısız oldular.
siyasi "bilinçlerini", kitap-gazete-dergi okuyarak değil, arkadaşlarıyla yaptıkları toplu sohbetlerde edindiler.
ikisi de milliyetçi birer örgütün mensubuydu:
evlerinin tavan arasında kurulduğu için birinin örgüt adı "tavan taburu", diğeri mahalle kahvesinde kurulduğu için "abiler örgütü"ydü!..
--gerekçe: hainlik--
ilk cinayetlerini genç yaşlarında işlediler; arşavir 20, ogün ise 17 yaşındaydı...
her iki suikast da istanbul’da gerçekleşti; biri osmanbey halaskárgazi caddesi’nde, diğeri taksim tarlabaşı bulvarı’nda...
cinayetten önce biri camiye gidip cuma namazı kıldı; diğeri haç çıkarıp dua etti...
her ikisi de uğura inanıyordu; suikast sırasında birinin uğuru beyaz şapkası, diğerinin ise beyaz yakasız gömleğiydi...
her iki cinayet sebebi de siyasiydi; gerekçeleri aynıydı; "hain"!..
ogün samast, ermeni gazetesi agos’tan çıkan gazeteci hrant dink’i vurdu; arşavir şıracıyan ise tabancasını aldığı ermeni gazetesi djagadamard’tan çıkıp hıristiyan iken müslümanlığa geçen ermeni polis memuru vahe essayan’ı...
suikast silahı her ikisinde de tabancaydı; ogün üç kurşun sıktı, arşavir altı kurşun...
ve her ikisi de cinayetten sonra ara sokaklara koşarak kaçtılar...
kısa sürede teşhis edildiler; biri hemen yakalandı, diğeri ermenistan’a kaçtı...
---moda aksesuvar---
terörist arşavir şıracıyan, cinayetlerini sürdürmeye devam etti:
yüzünü tüm detaylarıyla öğrenmek için geceleri yatmadan önce fotoğrafına uzun uzun baktığı sadrazam said halim paşa’yı 5 aralık 1921’de roma’da vurdu...
ogün samast da gazeteden kestiği fotoğrafta hrank dink’in yüzünü ezberlemişti...
tıpkı ogün samast gibi şıracıyan da, roma’daki suikast için yeni kıyafet almıştı; geniş kenarlı, siyah renkli şapkası ve o dönemde özellikle öğrenciler arasında moda olan siyah renkli boyun bağıyla birlikte...
ve tarih 17 nisan 1922, berlin. terörist arşavir şıracıyan katliam yaptı.
terörist arkadaşlarıyla birlikte günlerdir peşinde oldukları, teşkilatı mahsusa’nın iki kurucusu dr. bahaeddin şakir ve emniyet müdürü cemal azmi’nin izini buldular.
---kurşun yağmuru---
gece misafirliğinden dönen ittihat ve terakki’nin önde gelen isimlerinden resuhi bey, cemal azmi, karısı, annesi, kızı, büyük oğlunun nişanlısı, dr. bahaeddin şakir, eşi ve 13 ay önce eşi sadrazam talat paşa’yı yine berlin’de ermeni terörüne kurban veren hayriye hanım olmak üzere dokuz kişi kurşun yağmuruna tutuldu.
hayriye hanım, katil şıracıyan’ın üzerine atılıp yüzünü tırmaladı ama yine de dr. bahaeddin şakir ve cemal azmi’nin şehit olmasını engelleyemedi...
arşavir şıracıyan yine yakalanmadı; dört ay sonra viyana ve sofya üzerinden istanbul’a geldi. ancak fazla kalamadı; mustafa kemal ve askerlerinin istanbul’a gelmesinin ardından terörist arkadaşlarıyla birlikte fransa’ya kaçtı.
ve bir daha türkiye’ye dönemedi...
--kitap yazdi--
arşavir şıracıyan yıllar sonra anılarını-cinayetlerini "the legacy" adıyla kaleme aldı. kitabı boston’daki ermeni hairenik cemiyeti yayımladı.
1982’de paris’te "la dette de sang" adıyla fransızca’sı çıkartıldı.
dr. kadri mustafa orağlı, "bir ermeni teröristin itirafları" adıyla, orijinalliğini koruyarak tercüme etti. (kastaş yayınları-mayıs 1997)
ogün samast cezaevinden çıktıktan sonra ne yapar; cinayetini kaleme alır mı gibi soruların yanıtını zamanla göreceğiz...
sonuç:
adı arşavir şıracıyan ya da ogün samast olsun; terörün dini, milliyeti ve bir "kutsal amacı" yoktur...
bizim güzel ermenilerimiz
hrant dink’in cenazesindeki "hepimiz ermeni’yiz" pankartı ve sloganı bazı çevreler tarafından "hıyanet" olarak görüldü.
açılan bir pankartla, atılan bir sloganla "türklüğümüzü kaybediyoruz" vehmine kapılıverdik!..
bizim türklüğümüz ne zamandan beri "pamuk ipliğine" bağlı algılanır oldu.
ve, biz ne zamandan beri "kendimize benzemeyene", "bizden olmayana" karşı hoşgörümüzü kaybettik?
ne oldu bize?
"hıyanet" gibi ağır bir sözcüğü kullananların, türk tiyatrosu deyince gururla adını andığımız naşid özcan’a ve çocukları adile naşit-selim naşit’e bir özür borcu yok mu?
peki ya "diğerlerine"?
siyah-beyaz filmlerin "horoz nuri’si" vahi öz’ü; türk sinemasının sevimli, iyiliksever tonton amcası nubar terziyan’ı; yeşilçam’ın en sıcak bakan garsonu/hizmetçisi sami hazinses’i; bir dönemin jönü turgut özatay’ı; güldüren, kantolarıyla herkesi eğlendiren toto karaca’yı; bizim hayatımızdan kim çıkarabilir?
kırkor cezveciyan yani kenan pars’sız türk sineması düşünülebilir mi?
---müzik kardeşliği---
bu topraklarda kardeşlik lafta değildir; kardeşlik notalara dizilmiştir.
"sen ağlama", "haydi gel benimle ol", "kavaklar" gibi onlarca şarkımızın bestecisi onno tunç bizden değil midir şimdi?
sezen aksu bizden, onno tunç "onlardan" öyle mi?
şebnem ferah bizden, karin karakaşlı "onlardan"?
peki garo mafyan? o da mı "onlardan"?
bu topraklara bunu yapmayın lütfen.
sünnetli rober hatemo, neşeli hayko ve sivri dilli arto bizim evladımız değil mi?
silviya n. bursalıoğlu (asu maralman), mine koşan bizim bacımız değil mi?
kıpırdamadan saatlerce duran manken-şair vahe kılıçarslan popüler kültürel hayatımızın rengi değil mi?
"onlarsız" öksüz kalmaz mıyız?..
---mhp ve tkp’li ermeniler---
geçmişte çok hata yapmadık mı; hani názım hikmet vatan hainiydi.
rahmetli alparslan türkeş, mhp kongresinde názım hikmet’in şiirini okuyarak büyük ozana hakkını teslim etmedi mi? kim bugün alparslan türkeş’i "hıyanetle" suçlayabilir?
levon panos dabağyan adını duydunuz mu?
istanbulludur, yazardır. ckmp ve mhp’lidir; 1969 senato seçimlerinde aday olmuştur. türkeş’in isteğiyle yıllarca ortadoğu gazetesi’nde makale yazmıştır.
"hıyanet" sözcüğünü kullananlar; yıllarca ermeni diasporasının tepkisini alan, "ab, türk düşmanı ermeni yetiştiriyor" diyen dabağyan’a ayıp etmiyor mu?
sadece mhp’lisi değil, tkp’li vartan-jak ihmalyan kardeşler de bizimdir.
iyisiyle kötüsüyle "onlar" bizimdir; ilk hayali ihracatçımız eski dp milletvekili mıgırdiç şellefyan bile bizimdir!
bu ağır sözü kullananlar, asala terörünü kınamak için 1982’de taksim’de kendini yakan ermeni artin penik’e özür borçludur...
"hıyanet" öyle mi?
tarihimiz, dilimiz yok olmasın diye yıllarca didinen prof. pars tuğlacı’nın yüzüne nasıl bakacağız şimdi?
yarım asırdır "kulis" adlı tiyatro dergisini çıkaran 97 yaşındaki tiyatrocu agop ayvaz’a bu ağır mı ağır lafı nasıl açıklayacağız?..
faili meçhul cinayete kurban giden kirikor zohrap’tan mıgırdiç magrasyon’a uzanan edebiyatçılar anadolu’yu, bizim hikáyemizi anlatmadılar mı, yazmadılar mı?
yapmayın, "onlar" biziz; biz ise onlar...
---demir yumruk---
sevgili çocuklar, arkadaşlar, maçlarda "ermeni değiliz" diye pankart açıyorsunuz!
peki, kendi paralarıyla 1912 stockholm olimpiyatlarına giden ve ay yıldızlı bayrağımızı uluslararası turnuvada ilk dalgalandıran vahram papazyan ve mıgırdiç mıgıryan adını hiç duydunuz mu?
ya milli olan diğer "bizim" sporcularımız; harutyan artan, zareh kalpakcıyan, hagop yavruyan, varujan köseoğlu, vahriç melkonyan, sarkis güllap’ı kim unutabilir?
"onlarsız" türk spor tarihi yazılabilir mi?
"demir yumruk" garbis zakaryan boksta ilk istiklal marşı’mızı çaldıran, bayrağımızı göndere çektiren sporcumuzdu.
zakaryan, aynı zamanda cemal kamacı gibi ilk balkan şampiyonumuzu yetiştirdi. garbis zakaryan ile cemal kamacı, birbirlerini "öteki" olarak mı gördü?
---mimari gururumuz---
osmanlı mimarlığından -yedi kuşak hizmet vermiş- balyan ailesi’ni çıkarabilir miyiz? bırakalım balyanlar’ın yaptığı çırağan sarayı, dolmabahçe sarayı gibi onlarca (kuleli askeri mektebi, selimiye kışlası, gümüşsuyu askeri hastanesi, malta köşkü vb.) övünç duyduğumuz tarihi yapıtı; bezmiálem valide sultan camii, ortaköy camii, hamidiye camii, pertevniyal valide sultan camii gibi istanbul’un en güzel camilerini yapan balyan ailesi değil midir?
camiler bizim ise her tuğlasında, kirecinde, çimentosunda emeği olan balyanlar da bizimdir. aksi düşünülebilir mi?
en güzel cami fotoğraflarını ara güler çekmedi mi?
fotoğraflarını çektiği picasso’ya, salvador dali’ye sorsaydınız keşke; ara güler’i kim olarak biliyorlardı?
ben söyleyeyim, "bizden" biri!..
peki, osmanlı’dan türkiye’ye uzanan fotoğrafçılığımızın kurucuları kevork ve viçen "abdullah biraderler"i kim bizden saymaz?..
sadece fotoğraf mı? resim tarihimizden manas ailesi’ni çıkarabilir miyiz?
batı tarzında ilk osmanlı tiyatrosunun kurucusu agop vartovyan’ı (güllü agop); ilk opera topluluğunu kuran, ilk türk opereti "arif’in hilesi"ni besteleyen -doğu’nun verdi’si denen- dikran çuhacıyan’ı minnetle/övgüyle anmıyor muyuz?
bugün devlet opera balesi’nin sahnelediği carmen’in başrol oyuncusu aylin ateş’le gurur duymuyor muyuz? çuhacıyan’dan aylin ateş’e uzanan bu tarihsel miras bizim değil midir?
atatürk’ün dans öğretmeni de ermeni’ydi
büyük kurtarıcı mustafa kemal, dans öğretmeni prof. ardeş panosyan’ı; diş doktoru sürenyan’ı "onlardan" mı saydı sanıyorsunuz? çok yanılırsınız...
sultan abdulaziz’in davetlisi olarak istanbul’a gelen ressam rus ermenisi ivan konstantinoviç ayvazovski’yi bizden biri olarak bağrımıza basmadık mı?
misafir ayvazovski’yi bile bağrına basan anadolu, kendi evlatlarını "onlar" diye nasıl görür?
yıldız porselen fabrikası’nın ilk baş desinatörü `garabed (şarll) atamyan’ın "bende-i atam" imzalı porselenler, en değerli hazinelerimiz arasında değil midir?
ne zaman "onlar" oldu bizim sevdiklerimiz?..
hz. muhammed’den, fatih sultan mehmed’den öğrendiğimiz hoşgörüyü ne zaman kaybettik biz?..
ve biz "hıyanet" gibi ağır sözleri ne kadar kolay telaffuz etmeye başladık..."
"vehbi koç’un bildik bir sözü vardı: "kafam yorulacağına elim yorulsun!" iş dünyasının duayeni, rahmetli koç yakın çevresine, bilgilerinizi kafanızda tutacağınıza deftere yazın öğüdü veriyordu. beylerbeyi’ndeki sakıp sabancı müzesi’ne giderseniz sakıp ağa’nın zaman içinde notlar aldığı defterlerini görürsünüz...
not defteri bulundurmak, günlük tutmak bizden önceki kuşakların alışkanlığıydı.
kendimi o kuşağın temsilcilerinden biri olarak görürüm; yanımdan hiç ayırmadığım not defterlerim oldu hep.
benim not defterlerim "çıfıt çarşısına" benzer; ne ararsanız vardır; tarihsel olayların bugüne benzerliklerinden tutun da, gündeme ilişkin analizlerime; futboldan magazine; dini, siyasi, ticari akrabalık bağlarına kadar...
not defterimde bazen kendime önerilerde bulunurum; şu olay film-dizi olarak çekilebilir; bu olay araştırılıp kitap yazılabilir veya şu tür bir tv programı yapılabilir gibi....
not defterim aynı zamanda benim çalışma defterimdir; hafızamı dinç tutma egzersizleri yapmama yardımcı olur.
kitaplarımı okuyanlar dipnotlarımı sevdiklerini söylerler; o bilgi notlarını not defterime borçluyumdur ben.
ve işte, o not defterlerindekileri bundan sonra haftada bir gün hürriyet okurlarıyla paylaşacağım.
--merhaba...--
--iki terörist şıracıyan ve samast’ın şaşırtan benzerlikleri--
hayatlarında 'baba figürü' yoktu. futbolu seviyor, futbol oynuyorlardı. işsizdiler. milliyetçiliği abilerinden öğrendiler. öldürdükleri onlara göre 'hain' idi. suikast silahları tabancaydı; cinayette önce, biri camiye gidip namaz kıldı; diğeri haç çıkarıp dua etti... biri türk diğeri ermeni iki teröristin benzerlikleri sadece bu kadar değildi...
adi ister ogün samast; ister arşavir şıracıyan olsun terörist teröristtir; ve benzerlikleri hep şaşırtıcıdır...
biri arşavir şıracıyan 20. yüzyılın başında (1900) istanbul’da doğdu; diğeri ogün samast yüzyılın sonunda (1990) trabzon’da...
ikisinde de "baba figürü" yoktu; her ikisi de babalarını küçükken kaybetmişlerdi. arşavir’in babası ölmüştü, ogün’ün babası ise evi terk etmişti...
fazla okuyamadılar. iş bulamadılar; işsizdiler.
ikisi de futbolu seviyordu, futbol oynuyordu; başarısız oldular.
siyasi "bilinçlerini", kitap-gazete-dergi okuyarak değil, arkadaşlarıyla yaptıkları toplu sohbetlerde edindiler.
ikisi de milliyetçi birer örgütün mensubuydu:
evlerinin tavan arasında kurulduğu için birinin örgüt adı "tavan taburu", diğeri mahalle kahvesinde kurulduğu için "abiler örgütü"ydü!..
--gerekçe: hainlik--
ilk cinayetlerini genç yaşlarında işlediler; arşavir 20, ogün ise 17 yaşındaydı...
her iki suikast da istanbul’da gerçekleşti; biri osmanbey halaskárgazi caddesi’nde, diğeri taksim tarlabaşı bulvarı’nda...
cinayetten önce biri camiye gidip cuma namazı kıldı; diğeri haç çıkarıp dua etti...
her ikisi de uğura inanıyordu; suikast sırasında birinin uğuru beyaz şapkası, diğerinin ise beyaz yakasız gömleğiydi...
her iki cinayet sebebi de siyasiydi; gerekçeleri aynıydı; "hain"!..
ogün samast, ermeni gazetesi agos’tan çıkan gazeteci hrant dink’i vurdu; arşavir şıracıyan ise tabancasını aldığı ermeni gazetesi djagadamard’tan çıkıp hıristiyan iken müslümanlığa geçen ermeni polis memuru vahe essayan’ı...
suikast silahı her ikisinde de tabancaydı; ogün üç kurşun sıktı, arşavir altı kurşun...
ve her ikisi de cinayetten sonra ara sokaklara koşarak kaçtılar...
kısa sürede teşhis edildiler; biri hemen yakalandı, diğeri ermenistan’a kaçtı...
---moda aksesuvar---
terörist arşavir şıracıyan, cinayetlerini sürdürmeye devam etti:
yüzünü tüm detaylarıyla öğrenmek için geceleri yatmadan önce fotoğrafına uzun uzun baktığı sadrazam said halim paşa’yı 5 aralık 1921’de roma’da vurdu...
ogün samast da gazeteden kestiği fotoğrafta hrank dink’in yüzünü ezberlemişti...
tıpkı ogün samast gibi şıracıyan da, roma’daki suikast için yeni kıyafet almıştı; geniş kenarlı, siyah renkli şapkası ve o dönemde özellikle öğrenciler arasında moda olan siyah renkli boyun bağıyla birlikte...
ve tarih 17 nisan 1922, berlin. terörist arşavir şıracıyan katliam yaptı.
terörist arkadaşlarıyla birlikte günlerdir peşinde oldukları, teşkilatı mahsusa’nın iki kurucusu dr. bahaeddin şakir ve emniyet müdürü cemal azmi’nin izini buldular.
---kurşun yağmuru---
gece misafirliğinden dönen ittihat ve terakki’nin önde gelen isimlerinden resuhi bey, cemal azmi, karısı, annesi, kızı, büyük oğlunun nişanlısı, dr. bahaeddin şakir, eşi ve 13 ay önce eşi sadrazam talat paşa’yı yine berlin’de ermeni terörüne kurban veren hayriye hanım olmak üzere dokuz kişi kurşun yağmuruna tutuldu.
hayriye hanım, katil şıracıyan’ın üzerine atılıp yüzünü tırmaladı ama yine de dr. bahaeddin şakir ve cemal azmi’nin şehit olmasını engelleyemedi...
arşavir şıracıyan yine yakalanmadı; dört ay sonra viyana ve sofya üzerinden istanbul’a geldi. ancak fazla kalamadı; mustafa kemal ve askerlerinin istanbul’a gelmesinin ardından terörist arkadaşlarıyla birlikte fransa’ya kaçtı.
ve bir daha türkiye’ye dönemedi...
--kitap yazdi--
arşavir şıracıyan yıllar sonra anılarını-cinayetlerini "the legacy" adıyla kaleme aldı. kitabı boston’daki ermeni hairenik cemiyeti yayımladı.
1982’de paris’te "la dette de sang" adıyla fransızca’sı çıkartıldı.
dr. kadri mustafa orağlı, "bir ermeni teröristin itirafları" adıyla, orijinalliğini koruyarak tercüme etti. (kastaş yayınları-mayıs 1997)
ogün samast cezaevinden çıktıktan sonra ne yapar; cinayetini kaleme alır mı gibi soruların yanıtını zamanla göreceğiz...
sonuç:
adı arşavir şıracıyan ya da ogün samast olsun; terörün dini, milliyeti ve bir "kutsal amacı" yoktur...
bizim güzel ermenilerimiz
hrant dink’in cenazesindeki "hepimiz ermeni’yiz" pankartı ve sloganı bazı çevreler tarafından "hıyanet" olarak görüldü.
açılan bir pankartla, atılan bir sloganla "türklüğümüzü kaybediyoruz" vehmine kapılıverdik!..
bizim türklüğümüz ne zamandan beri "pamuk ipliğine" bağlı algılanır oldu.
ve, biz ne zamandan beri "kendimize benzemeyene", "bizden olmayana" karşı hoşgörümüzü kaybettik?
ne oldu bize?
"hıyanet" gibi ağır bir sözcüğü kullananların, türk tiyatrosu deyince gururla adını andığımız naşid özcan’a ve çocukları adile naşit-selim naşit’e bir özür borcu yok mu?
peki ya "diğerlerine"?
siyah-beyaz filmlerin "horoz nuri’si" vahi öz’ü; türk sinemasının sevimli, iyiliksever tonton amcası nubar terziyan’ı; yeşilçam’ın en sıcak bakan garsonu/hizmetçisi sami hazinses’i; bir dönemin jönü turgut özatay’ı; güldüren, kantolarıyla herkesi eğlendiren toto karaca’yı; bizim hayatımızdan kim çıkarabilir?
kırkor cezveciyan yani kenan pars’sız türk sineması düşünülebilir mi?
---müzik kardeşliği---
bu topraklarda kardeşlik lafta değildir; kardeşlik notalara dizilmiştir.
"sen ağlama", "haydi gel benimle ol", "kavaklar" gibi onlarca şarkımızın bestecisi onno tunç bizden değil midir şimdi?
sezen aksu bizden, onno tunç "onlardan" öyle mi?
şebnem ferah bizden, karin karakaşlı "onlardan"?
peki garo mafyan? o da mı "onlardan"?
bu topraklara bunu yapmayın lütfen.
sünnetli rober hatemo, neşeli hayko ve sivri dilli arto bizim evladımız değil mi?
silviya n. bursalıoğlu (asu maralman), mine koşan bizim bacımız değil mi?
kıpırdamadan saatlerce duran manken-şair vahe kılıçarslan popüler kültürel hayatımızın rengi değil mi?
"onlarsız" öksüz kalmaz mıyız?..
---mhp ve tkp’li ermeniler---
geçmişte çok hata yapmadık mı; hani názım hikmet vatan hainiydi.
rahmetli alparslan türkeş, mhp kongresinde názım hikmet’in şiirini okuyarak büyük ozana hakkını teslim etmedi mi? kim bugün alparslan türkeş’i "hıyanetle" suçlayabilir?
levon panos dabağyan adını duydunuz mu?
istanbulludur, yazardır. ckmp ve mhp’lidir; 1969 senato seçimlerinde aday olmuştur. türkeş’in isteğiyle yıllarca ortadoğu gazetesi’nde makale yazmıştır.
"hıyanet" sözcüğünü kullananlar; yıllarca ermeni diasporasının tepkisini alan, "ab, türk düşmanı ermeni yetiştiriyor" diyen dabağyan’a ayıp etmiyor mu?
sadece mhp’lisi değil, tkp’li vartan-jak ihmalyan kardeşler de bizimdir.
iyisiyle kötüsüyle "onlar" bizimdir; ilk hayali ihracatçımız eski dp milletvekili mıgırdiç şellefyan bile bizimdir!
bu ağır sözü kullananlar, asala terörünü kınamak için 1982’de taksim’de kendini yakan ermeni artin penik’e özür borçludur...
"hıyanet" öyle mi?
tarihimiz, dilimiz yok olmasın diye yıllarca didinen prof. pars tuğlacı’nın yüzüne nasıl bakacağız şimdi?
yarım asırdır "kulis" adlı tiyatro dergisini çıkaran 97 yaşındaki tiyatrocu agop ayvaz’a bu ağır mı ağır lafı nasıl açıklayacağız?..
faili meçhul cinayete kurban giden kirikor zohrap’tan mıgırdiç magrasyon’a uzanan edebiyatçılar anadolu’yu, bizim hikáyemizi anlatmadılar mı, yazmadılar mı?
yapmayın, "onlar" biziz; biz ise onlar...
---demir yumruk---
sevgili çocuklar, arkadaşlar, maçlarda "ermeni değiliz" diye pankart açıyorsunuz!
peki, kendi paralarıyla 1912 stockholm olimpiyatlarına giden ve ay yıldızlı bayrağımızı uluslararası turnuvada ilk dalgalandıran vahram papazyan ve mıgırdiç mıgıryan adını hiç duydunuz mu?
ya milli olan diğer "bizim" sporcularımız; harutyan artan, zareh kalpakcıyan, hagop yavruyan, varujan köseoğlu, vahriç melkonyan, sarkis güllap’ı kim unutabilir?
"onlarsız" türk spor tarihi yazılabilir mi?
"demir yumruk" garbis zakaryan boksta ilk istiklal marşı’mızı çaldıran, bayrağımızı göndere çektiren sporcumuzdu.
zakaryan, aynı zamanda cemal kamacı gibi ilk balkan şampiyonumuzu yetiştirdi. garbis zakaryan ile cemal kamacı, birbirlerini "öteki" olarak mı gördü?
---mimari gururumuz---
osmanlı mimarlığından -yedi kuşak hizmet vermiş- balyan ailesi’ni çıkarabilir miyiz? bırakalım balyanlar’ın yaptığı çırağan sarayı, dolmabahçe sarayı gibi onlarca (kuleli askeri mektebi, selimiye kışlası, gümüşsuyu askeri hastanesi, malta köşkü vb.) övünç duyduğumuz tarihi yapıtı; bezmiálem valide sultan camii, ortaköy camii, hamidiye camii, pertevniyal valide sultan camii gibi istanbul’un en güzel camilerini yapan balyan ailesi değil midir?
camiler bizim ise her tuğlasında, kirecinde, çimentosunda emeği olan balyanlar da bizimdir. aksi düşünülebilir mi?
en güzel cami fotoğraflarını ara güler çekmedi mi?
fotoğraflarını çektiği picasso’ya, salvador dali’ye sorsaydınız keşke; ara güler’i kim olarak biliyorlardı?
ben söyleyeyim, "bizden" biri!..
peki, osmanlı’dan türkiye’ye uzanan fotoğrafçılığımızın kurucuları kevork ve viçen "abdullah biraderler"i kim bizden saymaz?..
sadece fotoğraf mı? resim tarihimizden manas ailesi’ni çıkarabilir miyiz?
batı tarzında ilk osmanlı tiyatrosunun kurucusu agop vartovyan’ı (güllü agop); ilk opera topluluğunu kuran, ilk türk opereti "arif’in hilesi"ni besteleyen -doğu’nun verdi’si denen- dikran çuhacıyan’ı minnetle/övgüyle anmıyor muyuz?
bugün devlet opera balesi’nin sahnelediği carmen’in başrol oyuncusu aylin ateş’le gurur duymuyor muyuz? çuhacıyan’dan aylin ateş’e uzanan bu tarihsel miras bizim değil midir?
atatürk’ün dans öğretmeni de ermeni’ydi
büyük kurtarıcı mustafa kemal, dans öğretmeni prof. ardeş panosyan’ı; diş doktoru sürenyan’ı "onlardan" mı saydı sanıyorsunuz? çok yanılırsınız...
sultan abdulaziz’in davetlisi olarak istanbul’a gelen ressam rus ermenisi ivan konstantinoviç ayvazovski’yi bizden biri olarak bağrımıza basmadık mı?
misafir ayvazovski’yi bile bağrına basan anadolu, kendi evlatlarını "onlar" diye nasıl görür?
yıldız porselen fabrikası’nın ilk baş desinatörü `garabed (şarll) atamyan’ın "bende-i atam" imzalı porselenler, en değerli hazinelerimiz arasında değil midir?
ne zaman "onlar" oldu bizim sevdiklerimiz?..
hz. muhammed’den, fatih sultan mehmed’den öğrendiğimiz hoşgörüyü ne zaman kaybettik biz?..
ve biz "hıyanet" gibi ağır sözleri ne kadar kolay telaffuz etmeye başladık..."
4 Mart 2010 Perşembe
2 Mart 2010 Salı
küs barış, yüzün beş karış!

iki dost küs kalır mı?
Kalamıyor tabi, farkında olmadan birini kırdımsa üzülürüm, çünkü kolay kolay sevdiğim insanları kırmam! Hatta tartışamam bile... Bunu bilerek de benim değerim arkadaşlarımdır.
Herşeyin başı emektir ya, arkadaşlıklarda emek uzun süreçde oluşur...
2003 yılında tanıdım dostumu, erkek arkadaş edinmek zordur bir bayan için... yaklaşık 3 yıl önce ne olduysa çekirdek kabuğunu doldurmayan bir nedenden dolayı küstük. Hakkaten küstük! Ne olur ki gibi geldi ilk başta, bir müddet görüşmezsin olur biter, sonra elbet barışırsın, ancak iki ikizler burcu birbirine küser ise bu biraz uzun sürermiş meğer. Sonra arkadaşım hep konuştuğumuz belki de birlikde gideceğimiz hayalimiz yurtdışına gidiverdi biranda... Ben uğurlayamadım bile O'nu...
Hala yurtdışında, hatta ülke değiştirmiş ve sırtçantası ile dolaşıyor, geziyor hala...
geçen gün daha doğrusu dün, günümüz iletişim aracı MSN'den bir mesaj yolladı. İşin aslı hep MSN 'de görüp de hiç selamlamazdık birbirimizi...
İşte; sen bir adım gelsen ben sana koşarım! ikizler burcu söylemi.. :)
küs barış; yüzün beş karış...
Eyvah Eyvah

Eyvah Eyvah filmini bu akşam izledim. Film tahminimden çok daha güzel ve keyifli. Günümüz komedi filmlerinden çok farklı, abartısız, en doğalından komedi...
Oyuncular ise en doğalından.
Belki Çanakkale'li olduğumdandır, bu kadar yanlı eleştiri yazmam ancak olsun yanlı yazayım. İnanın filmi izlediğinizde siz de çok keyif alacaksınız ve uzun süredir sinemada komedi türünde böyle başarılı bir film izlemediniz...
Oynayan:Ata Demirer, Demet Akbağ
Senaryo sahibi:Ata Demirer
Yöneten:Hakan Algül
Yapımcı:BKM
iyi seyirler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
8 Mart
Kadın Üzerine – Nazım Hikmet Kimi der ki kadın, uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zil...
-
Yaşama tarafsız gözle bakıldığında, hiçbir kuralsızlık, dağınıklık veya katı bir kuralcılık görmeyiz. Kainat herkes için aynı şekilde yaratı...
-
Etekleri Zil Çalmak Osmanli'da gayrimuslimler (hamamlarda saniyorum) giysi uclarina minik çanlar takmak ve yürüdüklerinde yerlerini bell...
-
Sanki beynimde filler en yavaş adımları ile ilerliyor; bam güm/bam güm! ve bu her adım beynimde yankı yankı yankılanıyor... işler çok yoğu...