2 Haziran 2025 Pazartesi

Ertelemek: Yargının Değil, Anlayışın Alanı...

"Bazen hiçbir şey yapmamak, kendimizi yitirmemek için tek çaredir.”

Bazı günler, yapılacaklar listesi önümüzde bir duvar gibi durur. Başlamamız gereken bir iş, atmamız gereken bir adım vardır… ama elimiz gitmez.

Sonra kendimize kızarız. “Neden bu kadar zorlanıyorum?” deriz.

Fakat bu sorunun yanıtı sandığımızdan daha derindedir. Çünkü çoğu zaman erteleme, bir tembellik hali değil, içsel bir savunmadır. Zihnin kendini korumaya çalıştığı, görünmeyen bir direniştir.

Bazen Başlamamak, Dağılmamaktır

Modern yaşam, her birimizi durmadan üretmeye, başarmaya ve göstermek zorunda bırakıyor.

“Bir şey yapmıyorsan, bir şey değilsin” inancı sessizce zihnimize yerleşiyor.

Tam da bu yüzden, herhangi bir işin altına imzamızı atmadan önce uzun uzun bekliyoruz. Çünkü başlarsak risk almış olacağız; çünkü başarısızlık artık sadece bir sonuç değil, kimlik kaybı gibi hissettirebilir. Ve bu his çok ağırdır.

Görünmeyen Kalkan: Ertelemenin Gizli İşlevi

Bazı işler vardır; sadece yapılmazsa yok olurlar. Ama bazı işler, yapılırsa bizde bir şey eksiltir. İşte erteleme, çoğu zaman ikinci gruba aittir. Zamanı geciktirmek değil, kendini kaybetmemeyi gözeten bir tür içgüdüsel geciktirmedir bu. Çünkü bazen neyi ertelediğimiz değil, neyi koruduğumuz sorusu daha önemlidir.

Performans Değil, Varlık Değeri

Bir görevi yapamamak neden hemen kişisel bir yetersizlik olarak okunuyor?

Neden içsel değerimizi dışsal başarılarla ölçmeye bu kadar alıştık?

Bugün, yediğimiz yemekten kurduğumuz cümleye kadar her şey bir “göstergeye” dönüşmüş durumda. Üretken olmak, görünür olmak, alkış almak… Bunlar artık sadece hedef değil, birer kimlik ölçütü. Ama insan sadece yaptığı şey değildir. İnsan, bazen sadece olduğu yerdedir. Ve bu da yeterlidir.

Kim Olduğumuzu Korumanın Sessiz Yolu

Erteleme davranışının ardında çoğu zaman şöyle bir iç monolog yatar:

“Henüz başlamadım çünkü hazır değilim.

Eğer şimdi yapar ve olmazsa, içimde bir şey kırılır.”

Bu cümleyi kuran yanımız, başarısızlıktan değil; kendi değerini kaybetmekten korkan iççocuğumuzdur. Ve bu korku, onu korumaya çalışan bir yetişkin tarafından anlaşılmayı hak eder.

Yeni Bir Bakış: Başlamamak Suç Değil

Belki de bir işe başlamamak, her zaman cesaretsizlik değildir. Bazı zamanlar başlamak, gereksiz bir yükü daha taşımak anlamına gelir.

Bazen içimizde bir ses, aslında o görevin bizimle ilgisi olmadığını fısıldar ama biz onu duymayız. Erteleme, bu sesi duymaya çalışan bir yanımız olabilir.

Belki de bu yüzden, önce kendimize daha şefkatli sorular sormalıyız:

  • Bu işi yapmadığımda neden kendimi eksik hissediyorum?
  • Gerçekten bu görev benim kimliğimi mi belirliyor?
  • Yoksa bana emanet edilmiş bir yükü mü taşıyorum?

Son Söz

Hiçbir şey yapmamakla geçen zamanlar bile, bazen ruhun kendini topladığı anlardır.

Erteleme, yalnızca eylemsizlik değil, benliğimizin zorbalığa karşı sessiz bir direnişi olabilir.

Ve belki de en çok bu anlarda, kendimize en çok yaklaşırız.

Kimi zaman en büyük adım, hiçbir adım atmamakta gizlidir.

Çünkü o durakta, gerçekten neden yürüdüğümüzü hatırlarız.


Sevgiler...

29 Mayıs 2025 Perşembe

Çatlaklardan İçeri Sızan Işık

 Kusurlarımızı altınla onarmayı öğrenebilir miyiz?

Japon estetik anlayışında derin bir öğreti vardır: Kintsugi. Anlamı basittir ama etkisi derin: Kırılan seramik eşyalar atılmaz, tam tersine, çatlayan yerleri altınla onarılır. Çünkü o çatlaklar, bir nesnenin yaşanmışlığını gösterir. Onu eskisinden daha değerli kılar.

İşte bu düşünceyle başlıyorum bu yazıya. Çünkü bazen biz de kırılırız. Ve kırıldığımız yerlerden onarılırız. Belki altınla değil, ama farkındalıkla, merhametle ve zamanla.


Mükemmel Olmak Zorunda Değiliz

Bugün sosyal medya, modern iş yaşamı ve ilişkiler bizden sürekli “iyi görünmeyi”, “iyi hissetmeyi”, “iyi davranmayı” bekliyor. Ama “iyi” kime göre?

Hayat, tek bir kalıba girmeye zorlandığımız bir yarışa dönüştü. En ufak bir hata bile değersizlik duygusunu tetikliyor. Ve çevremiz, bunu daha da körüklüyor.

“Sen her şeyinle mükemmelsin” gibi iyi niyetli sözler bile artık üzerimizde yeni bir baskı yaratıyor. Mükemmel değiliz. Ve olmamalıyız da.

Clarissa Pinkola Estés’in sözleri geliyor aklıma:

“Yaralı olmadan derinleşemez insan.”

Ruhumuz, yaşadıkça katmanlanır. Ve o katmanlar kusurlarımızla şekillenir.


Çocuklukta Başlayan Yarış

Birçoğumuz sevgiye ancak “iyi çocuk” olduğumuzda ulaşabileceğimizi öğrendik. Bu, sessizce zihnimize kazındı:

Sevilmek = Uyum sağlamak.

Değerli olmak = Başarılı olmak.

Psikanalist Donald Winnicott şöyle der:

“Bir çocuk, kabul görebilmek için sahte bir benlik geliştirirse, ileride kendi özüne yabancılaşır.”

İşte o sahte benlik, yıllar sonra bizden hâlâ ‘mükemmel’ olmayı bekleyen iç ses haline gelir. Ve bu ses, her başarısızlıkta bizi yargılar.

Ama artık bu sesi susturabiliriz. Kusurlarımızı saklamak yerine kabul ederek.


Kırıldığın Yerden Büyürsün

Brene Brown, kendini değerli hisseden insanların bir ortak yönünden bahseder:

Kırılganlıklarını saklamazlar. Onlarla barışırlar.

Çünkü gerçek cesaret, kendini kusurlarınla birlikte ortaya koymaktır.

Çünkü güçlü olmak, kırılmamak değil; kırıldığında da ayağa kalkabilmektir.

Ve bazen, tam da çatladığımız yerden ışık girer içeri.

Tıpkı Leonard Cohen’in dediği gibi:

“Her şeyde bir çatlak vardır. Işık da işte oradan girer içeri.”

Son Söz Yerine

Kırıldığın zamanlarda kendine acımasızca davranma.

Yavaşla.

Topla parçalarını.

Onlara altın gibi davran.

Çünkü sen yalnızca bütün hâlinle değil, onarılmış hâlinle de çok kıymetlisin.

Mükemmelliği değil, bütünlüğü seç.

Çünkü hayatta en güzel şeylerden biri, kendini kusurlarınla sevebilme cesaretidir.

💬 Sen en son ne zaman bir kırığını onardın? Yorumlarda buluşalım.


25 Mayıs 2025 Pazar

Yaş Sadece Bir Sayı

 Geçen gün biri şöyle bir soru sordu:

“Kaç yaşında olduğunuzu bilmeseydiniz, kaç yaşında olurdunuz?”

Duyar duymaz zihnimde bir yer kıpırdadı. Sayılardan bağımsız, daha gerçek bir şey var bu sorunun içinde. Sadece yaşımı değil, kendimi nasıl taşıdığımı, nasıl yaşadığımı da düşündürdü.


Bir süredir sayılara takılmıyorum zaten. Hayatı daha çok nasıl yaşadığımla, bedenime nasıl davrandığımla, zihnimi nasıl eğittiğimle ölçüyorum. Sabahları nefes egzersizleriyle güne başlıyorum. Gün içinde mümkün olduğunca hareket etmeye, adımlarımı arttırmaya çalışıyorum. Beslenmemi düzenledim, bedenimi yormayan ama canlandıran yiyeceklerle ilerliyorum. Şekerle vedalaştım, işlenmiş ürünlere mesafemi koydum. Sadeleştikçe bedenim de, zihnim de daha berrak hale geldi.


Bu süreçte fark ettiğim şey şu:

İnsan sadece takvime göre yaş almıyor. Düşünce biçimi, alışkanlıkları, çevresiyle olan ilişkisi ve hatta konuşma dili bile yaşını yansıtıyor. Kimileri otuzlarında eskiyor, kimileri ellilerinde yeni başlıyor. Kendini tanımış, içsel bütünlüğünü kurmuş insanlarda yaş algısı neredeyse siliniyor. Onlar kaç yaşındalar bilmiyorsun; çünkü dinginlikleri, netlikleri ve sağlıklı duruşları bir sayıyla tarif edilemiyor.

Onlara baktıkça insan, “ben de böyle yaş almak istiyorum” diyor.


Bunun yolu da az çok belli aslında. Kendine dürüst olmak, yaşam tarzını bilinçli seçmek, uyku düzeninden tut da bilgiye olan açlığa kadar her şeyi farkındalıkla yönetmek… Hepsi küçük ama bir araya gelince büyük etkiler yaratan adımlar. Mesela günün bir saatini sadece okumaya, düşünmeye ya da bir şeyler yazmaya ayırmak, zihinsel yaşlanmayı ciddi anlamda geciktiriyor.

Aynı şekilde bir bardak su içip derin bir nefes almanın bile sinir sistemini nasıl dengelediğini artık hepimiz biliyoruz.


Cemal Süreya bir şiirinde şöyle diyor:

“İnsan kaç yaşında ölür bilmiyorum ama, kaç yaşında susarsa, o yaşta çökmeye başlıyor.”

Bu söz bana göre sadece konuşmak değil; üretmeyi, düşünmeyi, kendine bir alan açmayı da kapsıyor. Yani insan, iç sesini bastırdığı zaman yaşlanmaya başlıyor.


Ben artık yaşımı sadece doğum günümde hatırlıyorum. Onun dışında kendimi kaç yaşında hissettiğime odaklanıyorum. Ve bu his, çoğunlukla ritmini bulmuş, sağlığına yatırım yapan, kendini geliştirmeye açık biri olmanın verdiği bir iç huzurla şekilleniyor.


Yıllar cildi belki biraz değiştiriyor ama iç disiplinin, sağlıklı kararların ve net bir yaşam bakışının çizdiği başka bir siluet de var. Ve bu siluette sayıların pek bir önemi kalmıyor.


Ama yaşam sadece kendinle ilgilenmekten ibaret de değil.

Hayat, sevdiğin insan için de değerli olmakla şekilleniyor. Etrafına karşı sözünde durmakla, kaçmamayı seçmekle, mücadele etmeyi bilmekle olgunlaşıyor.

Sadece kendini değil, birlikte yürüdüğün insanları da önemseyebildiğinde… işte o zaman gerçekten yaş almış değil, yaşamış oluyorsun.

Ve belki de asıl kazanç, tam da bu dengeyi kurabilmekte saklı.


23 Mayıs 2025 Cuma

Mutluluğun Peşinde: Bir Yanılsamanın Anatomisi

 Her insanın ortak hayali: mutlu olmak. Bu kadar sade, bu kadar yalın bir arzu… Ama bir o kadar da karmaşık. Çünkü çoğumuz, mutluluğu istemekle onu yaşamak arasındaki farkı göremiyoruz. Ve belki de hayat tam burada yanılgılarla dolu bir labirente dönüşüyor.


Seneca, dostu Lucilius’a yazdığı mektubunda şöyle der:

“Herkes mutlu bir hayat istediğine göre, yanıldıkları nokta neresi acaba?”

Bu soruyu sorması bile çağlar öncesinden bugünün insanına tutulmuş bir aynadır. Çünkü mutluluğu arıyoruz ama bir türlü bulamıyoruz. Sanki bir sisin içinde el yordamıyla bir şeyi yakalamaya çalışıyoruz; bazen elimiz boş, bazen elimizde sadece yanılsamalar kalıyor.


Seneca, cevabı da yine kendisi verir:

“Mutluluğun araçlarını mutluluğun kendisiyle karıştırıyorlar. Bu nedenle onu ararken ondan uzaklaşıyorlar.”


Yani bir başarı, bir eş, bir ev, bir terfi, bir tatil ya da bir fotoğraf karesinin içinde zannediyoruz mutluluğu. Onlara ulaşınca mutlu olacağımızı sanıyoruz. Ama ulaşınca içimizdeki boşluk hâlâ orada. İşte bu yüzden, bugünün psikoloji bilimi binlerce yıl sonra aynı yere geliyor:

Başka bir araştırma sonucu da şu çarpıcı başlıkla yayınlanıyor:

“Mutluluğa odaklanmak insanları daha mutsuz kılıyor.”

Mutluluğun Tanımı Neden Bu Kadar Zor? Düşünsene… “Tren” deyince herkesin aklına benzer bir görüntü gelir. “Pişmanlık” deyince aynı yerlerimiz sızlar. Ama “mutluluk” dediğimizde her bireyin zihninde başka bir resim belirir.

Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi, 40 yılını mutluluğu araştırmaya adamış biri olarak şöyle der:

“Kırk yıldır mutluluk üzerine çalışıyorum ama hâlâ belirgin bir tanımını yapamıyorum.”Çünkü mutluluk, sabit bir tanım değil; bir hissin, bir anın, bir özlemin yansıması. Ve bu yüzden mutlu olma çabamız, bazen içinden çıkamadığımız bir girdaba dönüşüyor.

Haz mı, Değer mi? Mutluluğun peşinden koşarken yaptığımız en büyük hata, onu haz veren anların toplamı sanmak. Güzel yemekler yemek, alışveriş yapmak, seyahate çıkmak, övgü almak… Bunlar haz verir ama mutluluğu garantilemez.

Ve işin kötüsü, bu hazların etkisi geçtikten sonra, “normale dönüş” hissiyle boşluk yaşarız. Bilim buna hedonik adaptasyon diyor. Ne kadar çok tekrarlarsak tekrarlayalım, o ilk andaki yoğun mutluluk yerini sıradanlığa bırakır.

Tal Ben-Shahar bu konuda çok çarpıcı bir metafor öneriyor:

“Mutluluk güneş gibidir. Ona doğrudan bakamazsınız. Ancak çevrenizdeki yansımalar sayesinde varlığını hissedersiniz.”

Mutluluğu Merkeze Değil, Kenara Koymak

İşte belki de en büyük dönüşüm burada başlıyor: Mutluluğu bir hedef değil, bir yansıma olarak görmek. Ona ulaşmaya çalışmak yerine, onu yaşayabileceğimiz koşulları yaratmak.

Bu da bizi bir başka soruya götürüyor:

Peki, nasıl? Cevap: Dışsal hedefler yerine, içsel değerler.

Russ Harris’in “Mutluluk Tuzağı” kitabında değindiği gibi, asıl mesele mutlu olmaktan çok, değerli bir hayat yaşayabilmek.

Değerlerimiz Yolumuzu Aydınlatır

Russ Harris şöyle der:

“Değerler, kalbimizdeki en derin arzularımızdır: Nasıl biri olmak istiyoruz? Hayatımızda neyi temsil etmek istiyoruz? Dünyayla nasıl bir bağ kurmak istiyoruz?”

Bunlar netleştiğinde, mutluluk bir sonuç olarak gelir. Amaç değil, yan etki. Yol değil, yolculukta beliren bir ışık.

Peki Neyi Sormalıyız Kendimize?

  • Bu düşünce ya da eylem, olmak istediğim kişiye yaklaştırıyor mu?
  • İstediğim ilişkileri kurmama katkı sağlıyor mu?
  • Değer verdiğim şeylerle daha derin bir bağ kuruyor muyum?
  • Yaşamımı daha dolu ve anlamlı hissettiriyor mu?

Bu sorulardan birine bile “evet” diyorsak, yürüdüğümüz yol, doğru yoldur.

Ve Son Olarak…

Seneca bir kez daha hatırlatıyor bize:

“Yol yürüyen için bir son vardır. Yolunu şaşıran için sonsuzluktur sınır.”

Belki de mutluluk arayışında yönümüzü kaybettiğimizde, aslında özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Oysa odak değiştirdiğimizde —hedeften değere, dıştan içe, hazdan anlamlı eyleme— hem özgürleşiyoruz hem de o aradığımız sıcaklığa, yani mutluluğa, fark etmeden dokunmuş oluyoruz.

Ve dünya, mutluluğu ararken özgürlüğünü yitirmeyenlerle güzelleşiyor…

22 Mayıs 2025 Perşembe

Müziğin Üç Yüzü: Afrika’nın Kökleri, Kadınların Ezgisi ve Ruhun Nefesi

 “Müzik, sözcüklerin yetmediği yerde başlar.” – Victor Hugo


Bazı şarkılar bir melodi olmaktan çok daha fazlasıdır. Dinlediğinizde bir haritaya dönüşür; sizi uzak coğrafyalara, kendi geçmişinize ya da iç dünyanızın saklı bir köşesine taşır. Son günlerde üç farklı kıtadan gelen, üç ayrı listeyle zaman geçirdim. Her biri başka bir titreşimdi, başka bir his, başka bir anlatı… Ve bu sesleri dinlerken, aslında biraz da kendimi duydum.

I. 3 MA – Nefes Gibi Akan Müzik

(Madagascar, Mali, Maroc)

Rajery (valiha), Ballaké Sissoko (kora) ve Driss El Maloumi (ud)… Üç ustanın buluştuğu 3 MA, sessizliğin konuştuğu bir albüm gibi. Enstrümanlar arasında bir diyalog var; ne yarış var ne üstünlük. Her biri diğerine alan açıyor, nefes oluyor.


Albümdeki “Anfass”, Arapça’da “nefes” demek. Bu parçayla birlikte müziğin gerçekten bir nefes gibi aktığını, kalbe temas ettiğini ve hiçbir söz söylemeden çok şey anlattığını fark ediyorsunuz.


Bu liste benim için içsel bir yolculuktu. Sessizlikte kendimle buluşmak, müziğin açtığı o iç odaya doğru yürümek gibi

II. Artemis – Dişil Gücün Cazla Buluştuğu Alan

Artemis, caz dünyasında güçlü kadın müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturduğu uluslararası bir kolektif. Grubun adı bile bir metafor: doğanın, özgürlüğün ve bağımsızlığın tanrıçası Artemis.


Albümdeki parça isimleri bile birer şiir gibi:


  • Komorebi – ağaçların arasından süzülen ışık,
  • Petrichor – yağmur sonrası toprak kokusu,
  • Sights Unseen – henüz görülmemiş ama hissedilenler…

Bu müzikte sezgi var. Zarafetle örülmüş bir güç, incelikli ama köklü bir varoluş duygusu.

Benim için Artemis listesi, içimdeki kadın enerjisini hem duyumsadığım hem de onurlandırdığım bir an oldu.

III. Olombelo Ricky – Direnişin Ritmi, Köklerin Melodisi

(Madagaskar’ın Toprağından Gelen Ses)

“Eo anilanao eo” – Malgaşça’da “Tam yanında durmak” demek.

Bu liste, Madagaskar’ın yerel ruhunu taşıyan Olombelo Ricky’nin şarkılarına ev sahipliği yapıyor. Ricky sadece bir müzisyen değil, aynı zamanda bir halk anlatıcısı.

Gasy 100% parçası kimlik ve sahiplenmeyi seslendirirken,

Napetrany gibi parçalar sanki bir bırakışın, teslimiyetin veya köklerle kurulan sessiz bağların hikâyesini anlatıyor.

Bu liste bana toprakla olan bağımı, kimlik ve aidiyet duygumu hatırlattı.

Bir halkın melodilerle nasıl konuştuğunu, nasıl direnip nasıl dua ettiğini duydum.

Ve Sonunda Şunu Anladım:

Müzik bazen bir sorunun cevabı değil, kendisidir.

Dinlediğim üç farklı liste bana şunu fısıldadı:

“Senin sesin çok uzaklarda değil. Bazen bir enstrümanın içinde, bazen bir kadının nefesinde, bazen toprağın ritminde.”

Müziği artık sadece dinlemiyorum.

Tadını çıkarıyorum, niyetini fark ediyorum, içinde kendime alan açıyorum.

Çünkü bazı melodiler kelimelerden daha çok şey anlatıyor.





Ertelemek: Yargının Değil, Anlayışın Alanı...

"Bazen hiçbir şey yapmamak, kendimizi yitirmemek için tek çaredir.” Bazı günler, yapılacaklar listesi önümüzde bir duvar gibi durur. Ba...