29 Aralık 2008 Pazartesi

Beyoğlu'nda bir gezi, bir Mekan; keyifli zamanlar bunlar...


20 Aralık Cumartesi günü... Gezdikce.com için Beyoğlu'nu keşfe çıktık. Çiğdem, Serhat ve Ben!!!
Atlas Pasajı önü, Serhat en cool haliyle bizi bekliyor. Onun öncesinde biz Çiğdem ile buluşup Atlasa pasajını keşfe çıktık. Çeşit çeşit mağazaların bulunduğu bu pasaj içinde pek çok şey dikaktinizi çekiyor. İkinci el kıyafetleri, takılar, tekstil ürünleri, çeşir çeşit şapkalar. Tabi Çiğdem ve benim en çok dikkatimizi şapkalar çekiyor ve zamanımızı burada keyif alarak öldürüyoruz. Zamanın nasıl geçtiğini de anlamıyoruz. Tacsiye ederim Atlas Pasajı herkesin birşeyler bulacağı, gizemli bir yer...


Serhat ile Atlas Pasajı'nda buluşup başka bir mekanı keşmek için ayrılıyoruz. İstiklal Caddesi'ne adım attığımızdan itibaren etrafın kalabalığına kendimizi bırakıyoruz. Hiç birşey yapmadan kalabalığa karışarak çok güzel vakit harcayabilirsiniz. Tünel'e doğru bir sürü insan gelip geçiyor yanımızdan. Ne onlar bizi tanıyor, ne de biz onları... İşte Beyoğlu'nun bu havası beni büyülüyor.

Kalabalık ama bir o kadar da sadece sana aitmiş hissini yaşatması. Beyoğlu herkese kucağını açmış, bırakmıyor....

Serhat elinde fotoğraf makinası her bir sokağı keşfe hazır, ard arda deklanjore basıyor. Kendisinin mesleği Rehberlik, eğitimini almış ve işini çok iyi yapıyor. İstanbul'a görülmesi gereken pek çok tarihi yeri avucunun içi gibi biliyor. Bugün de bize Beyoğlu'nu ve burada göremediklerimiz anlatacak...


Çiğdem'in başında mor rengi bir şapkası ve inanılmaz bir karizma yaratmış bu şapka kendisinde. Meraklı gözler ile Serhat'ı dinliyor. Çiğdem'in mesleği Dış Ticaret. Ama onu tadığım kadarıyla daha başka işle uğraşmalı gibi geliyor bana. Daha sanat ağırlıklı bir iş olabilir bu.

Ben başım yukarılara doğru bakarak ilerliyorum İstiklal Caddesi'nde... Binaların yan yana ve uzun bir yapıda olması ve aynı zamanda görünümleri ile onları gökyüzüne doğru keşfetmeye çabalıyorum. Bu çok kolay olmuyor benim için, çünkü kalabalık nedeniyle sağdan soldan etrafdaki insanlara çarpıyorum ister istemez. Ben de Bankacıyım. Yeni Bankacı; eski Borsacı...
Bana sorarsanız ben kesinlikle şu bir yıldır başka işlerle uğraşmak isriyorum. Çok fazla planım var bu yönde ve zaman ne gösterir bilinmez...

Beyoğlu'nda bu üç gezgin, o günü en güzel şekilde keşfeder...

Tünel' e doğru yol alarak ara sokakları merak ederek ilerliyorduk. Serhat öncesinde bildiği bir yeri tavsiye etti ve bu gideceğimiz mekanda yemek yemeğe karar verdik. Sonrasında da Pera Müzesi'nde bir sergiye katılacaktık. Odakule'den Pera Oteli'nin hemen karşısında gideceğimiz mekana varmıştım. Burası bir oteldi. The Junction... Biz hemen otelin girişinde bulunan restaurantında otuyoruz. Mekana ilk girip de dikkatinizi çeken duvarlarda bulunan ünlü kişilerin fotoğrafları oluyor. Bu kişiler çektikleri fimlerle özdezleşen film artistleri... Kimler olduğunu yazmayacağım çünkü gidip görmenizi isterim size de süpriz olsun. Kesinlikle çok beğeneceksiniz.

Mekanın genel olarak atmosferi ilgi çekici. Güzel vakit geçirebileceğiniz bir mekan burası. Yemekleri de aynı şekilde lezzetli... Servis çok güzel ve çalışanların ilgisi sizin sonrasında da buraya gitmenize neden olacaktır.


Biz planladığımız gibi Junction'a gitmiş ama sonrasındaki Pera Müzesi'ne maalesef gidemedik. Çünkü sohbet bize zamanın ne kadar çok geçmiş olduğunu fark ettiremedi. Burada bulunduğumuz zaman zarfında nelerden bahsetmedik, nelerden konuşamadık anlamadık...
Pera Müzesi başka bir gün gezmek üzere takvimize yazarak, Junctiondan ayrılıyorduk.

Mekandan çıkmadan önce birkaç fotoğraf çekindik. Sonrasında Odakule'nin ara sokaklarından, İstiklal Caddesi'ne tekrar merhaba dedik. Cumartesi ve gece saatlerine yaklaşması nedeniyle gündüz saatlerine göre biraz daha kalabalıklaşmış ve insan profilleri değişmiş gibiydi caddede. Herkes bu gece eğleneceği mekana doğru yol alıyordu.

İstiklal Caddesi'ni keşfetmek için çok gezi gerçekleştirmek gerekli şüphesiz. Biz bu hafta tembellik yapıp sohbetin de verdiği tat ile tek bir mekanı keşfedebildik. Önümüzdeki günlerde daha yoğun bir gezi programı ile tekrar bu büyülü vazgeçilemeyen yeri anlatmaya çalışacağım....

16 Aralık 2008 Salı

Ayakta Kalmak!!

Ayakta kalma durumu her şekilde çıkar karşımıza. Sağlıklı olmak adına ayakta kalma isteği, Mutluluktan dolayı ayakta kalmak; bu duygunun yaşattığı çoşku ile en yükseğe zıplamak için. Saygıdan dolayı ayakta kalmak. Sevgiden ve hürmetten dolayı ayakta kalmak. Otobüste yaşlı insanlara yer vermek için ayakta kalmak. Geç kaldığın için ayakta kalmak. Hata yaptığın için ceza olarak ayakta kalmak. Yoksulluktan dolayı ayakta kalmak. Heyecandan, ne yapacağını bilemediğin için ayakta kalmak, bunu istemek. Hareket etmek için ayakta kalmak; en uygun anı beklemek. Birini beklediğin, özlediğin için ayakta kalmak. Umudunu kaybetmemek için, haber almak için ayakta kalmak. Önünü görmek için ayakta kalmak.Yürümek istediğin için ayakta kalmak. Hükmetmek için ayakta kalmak. İnsanlara seslenmek için ayakta kalmak. Eğlenmek için ayakta kalmak; bir konserde sevdiğin sanatçıyı izilemek için...


Sözün gelişi "ayakta kaldın geç şöyle otur" dendiğinde de farkına varmak ayakta kaldığının.


Ya çok isteyipte ayakta kalamayanlar....????
Bunların hiç birini yapamayacak olanlarımız(!)(!).... Ben bunu gördüm bugün.... 

11 Aralık 2008 Perşembe

www.gezdikce.com



Çok önemli kararlar hep bir anda verilir ya, bizim de hikayemiz böyle başladı...
İstanbul'da bir pazar günüydü, Modern Sanat'ı ziyaret etmiştik birkaç sergi vardı o gün. Çok keyifli geçen bu sergiden sonra gruptan ayrılıp Fındıklı'da bulunan Kahve Dünya'sında kahve keyfi yapmak istedik.

Sohbet kendiliğinden mi gelişti bilmiyorum. Bir anda birşeyler yapmamız gerekiyor dedim. Bu söylemden sonrası zaten kendiliğinden geliştirdi fikirleri ve bizi bu noktaya getirdi.
Bu fikri Çiğdem'e açmış olmamla ne kadar doğru bir karar verdiğimi anlıyorum. Çünkü bunu O'na söylediğimde o kadar içten dinledi ki... Kaldıki bu kriz döneminde böyle riskli bir projeye başlamak buna emek vermek, yatırım yapmak herkesin cesaret edeceği bir durum değil.

Ertesi günü "bu işler nasıl yapılır'ı" öğrenmeye başladık. Nerden başlayacağımızı bilmiyorduk işin aslı. Elimizde hiç bir döküman yoktu. Sadece gezmeyi, bu gezileri yazıya dökmeyi çok iyi biliyorduk. Sorasında keşfedilmemiş mekanları keşfetmek ve bu yerleri paylaşmak...
İşte bu duygular ile herşey kendiliğinden gelişti diyebilirim. Çok istersen olur sözü kendini bu noktada kanıtladı :)
Sitemizin yapımı için çok değerli arkadaşlarımız olaya el attılar.Bizi bu işi yapmamız için ikna etmeye çalıştılar. Bu işin tutmayacağından bahsettiler... Ama ne güzel ki biz onları ikna ettik...
İş başladı ve sona ermesine çok az kaldı. Tam da istediğimiz gibi bir sitemiz olacak inşallah... Sade ve herşey yerli yerinde. Ne isterseniz hemen ulaşabileceğiniz, çöpçatanlık sitesi olmaksızın ilerleyecek olan üyelerin kendilerini rahatça ifade edebileceği bir yer(!)...
Amacımız; gezdikce paylaşan, bu paylaşımla yazılan yazılar, fotoğraflar, mekanlar, tarihi ve kültürel yerleri tanıma fırsatı bulan üyeler.. Bu fırsatlar ile yeni insalarla tanışan, tanıştığımız bu insanlarla yeni organizasyonlar yapan, bu organizasyonlar ile yeni mekanları sizlere tanıtmak.
Gezdikce eğlenmek bizim amacımız. Eğlendiğimizde de tekrar tekrar gezmek(!). Gezdikce üretmek(!)... Yani başladığımız yerden uzaklaşmadan, uzaklaşsan da aynı amaç ile tekrar bir araya geleceğimiz bir yer olacak gezdikce.com

Eğer siz de bize katılırsanız; ne mutlu bize....
sevgiler..

Cevizli ev baklavası yok mu??

Kurban bayramı

Herkesin Mübarek Kurban Bayramını kutlarım öncelikle.

Benim bayramım çok güzel geçti. Dolu dolu sevgi paylaşımları ile. Bayramlar o yüzden değerli bunu birkez daha kanıtlıyor... Umarım herkesin bayramı böyle dolu dolu sevgi dolu geçmiştir(!)

Uzun süredir görmediğim yeğenlerim, yine şehir dışında okuyan bu yüzden görüşemediğimiz kuzenlerim, ablamlar, Çanakkale de olan babam vs... herkes bir arada. Bizi bir araya toplayan ve kucaklayan bayram... Herkes aynı sofrada, yemekler olduğundan daha lezzetli mi nedir? Uzun süredir konuşulmamış, akılda kalan komik anılar... Ve bu bayramdan kalan hatırlayacağımız yeni anılar.

Bahsi geçmeden olmaz; bu bayramda eksik olan tek şey cevizli ev baklavasıydı. Nasıl istedim, nasıl bekledim, nasıl da aradım, sordum???

Ama yok bu bayram kimse ev baklavası yapmamış. Halbuki ben ev baklavası bekliyordum. Bol şerbetli, içi ceviz dolu, yanında kaymak olsa süper olacak o ev baklavası...

9 Aralık 2008 Salı

Birşeyi çok istersen olur ya da olmaz...mı?


"Birşeyi çok istersen olur" tezim bugün kendini çürüttü... Hayır(!) birşeyi çok istersen olurmuş dedikleri ve benim inandığım şey; aslında olmayabilirmiş de... Bunun nedeni de çok istediğinden; yani olmamasının nedeni bu...
Olursa olur, olmazsa kapuz suyu olur... Bu mevsimde şimdi gel kapruz bul; bu da yeni bir başlangıç değil midir? Karbuz bulma çabası...(!) :))

27 Kasım 2008 Perşembe

Özlemek...

Bir şeyleri özlediğinde ne yaparsın? Özlediğin ne ise onu bulursun. Ya da özlemini sonlandırmak için başka alternatifler üretirsin. Bu senin tercihine kalır.
Ya olmayan birşeyi özlediğinde ne yaparsın?
Peki bu daha önce olan ama artık mümkün olmayacak imkansız birşey ise...?
İşte o zaman anılar devreye girer ve seni ayakta tutar. Yoksa seni varlığından haber aldığın birini özlemekten ne alıkoyabilir ki?

Benim özlemim annem için... Annnemi özlediğimi şuana kadar alçak sesle bile kendime itiraf edemedim. Annemden sonra ne kadar zaman oldu sayamadım da... Geçen zaman belki daha da ketum olmamı sağlayacak biliyorum. Aslında buna alıştım da demiyorum, ama sanırım özlemek duygusunu en ağır haliyle yaşıyorum. Annemin varlığının anlamını ve “O” olmadan yaşanan bu sürede, O'nu nereye koyduğumu daha iyi hissediyorum. Bazen arkadaşlarımın anneleri bu durumu bilmedem benim canım anneme selam söylüyorlar...Bazen açıklıyorum bunu, bazense sessiz bir baş sallaması ile cevaplıyorum...

Ailemde bir kez olsun annemden sonrası için keşke demedik. Şunu da şöyle yapmasaydık lafı çıkmadı hiç. Belki de içimize attık, itiraf edemedik. Ama hayır(!), ailede hiç birimizde keşke duygusu barınmadı. Barınmadı çünkü keşkeler saklanmaz, insanın içini yer bitirir.

Peki biz neden keşke demedik annem için?Neden mi? Çünkü biz bu keşkeleri annemin hastalığı döneminde çok söyledik birbirimize... Annem ile yapmak istediğimiz o kadar çok şey vardı ki, bu yüzden hep keşke dedik. Dua ettik; biraz daha zaman olsa... Keşke....Uzun bir tedavi sürecinde çıktı bu keşkeler karşımıza. Bir iyileşse... Keşke bir iyileşse dedik, durduk... Planlar yaptık annem için, planlarımızı O’nla paylaştık. En güzeli de buydu, planlarımızdan annemin haberi vardı. O’da katıldı bu yapılan planlara. Belki de biliyordu bu planları O göremeyecekti. Son günlerinde bile bizle nasıl eğlendiğini, dalga geçtiğini hatılıyorum... Bizim anılarımız bunlar...Daha yazılacak çok şey vardır şüphesiz. Gerçekleşmesini beklediğimiz ne çok planımız var hayata dair, ve paylaşmak istediğimiz süprizler...

Bir o kadar da özlediğimiz insan var hayatımızda. Pek çoğu bir telefon uzağımızda olan ama keşke dediğimiz....
Hayatınızda değer verdiğiniz kişiler ve anılarınız varsa özlemek çok güzel birşey...

20 Kasım 2008 Perşembe

Kriz


Hepimiz elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibiyiz. Şimdi ne olacak deyip, kendimizi haksız yere cezalandırılmış gibi hissediyoruz.

Peki sorun nerde? Biz ne yaptık ki kariyerimiz ve gelecek planlarımız bu kadar etkilendi? Bunca yıl boşuna mı okuduk?

Pek çok arkadaşım işsiz kaldı şu kriz başlangıcında. Başlangıç diyorum çünkü bu başlangıç bile bize ağır bedeller ödetiyor.
Korkarım ki önümüzdeki günlerde ben de bu işsizler furyasına dahil olacağım, olabiliriz.
Ve şuan yapacağımız en iyi şey işimize sahip çıkmak. Aslında birkaç ay öncesinde mırın kırın ederek çalıştığımız işten bahsediyorum.

İnsanoğlu ürettikçe yoluna devam ediyor. Kendini oyaladıkça da mutlu oluyor. Çalışmak ve bu anlamda bir işe sahip olmak şu dönemde en büyük değer. Hem maddi hem de manevi olarak...

Sabah uyandığında işe gitmek için hazırlanıyorsan şanslısın... Öncesinde rutin dediğimiz bu yaşam şeklini kaybetmemek çabası hakim hepimizde.... Değil mi?

Açıkçası ben de dahil olmak üzere çok şımarmamış mıydık? Çok yakın geçmiş zamanla, şimdiki dönemi karşılaştırdığımda bunu daha iyi gözlemliyorum... Öğle yemeklerinde bile özel biryerlere gitme çabasında olduğum, sonra akşamları için değişik programlar yaptığım dönemler ve şuan en iyi şeyin az ve öz davranıp bu kriz dönemini en iyi şekilde atlatmam gerektiği düşüncesi bu.

Tabi ki kendimizi herşeyden soyutlayamayız; birşeyler yapılmalı, gezilmeli, keşiflerde bulunulmalı. Eleştirdiğim nokta bu değil.
Ama olmayacak fiyatlar ve ücretler gördük, ödedik. Buna da itiraz etmedik maalesef... Bir makarna olsa olsa ne kadar olabilir sorusunu düşünmeden kabul ettik ve ödedik.... Buna da alıştık, yazık ki yine kabul ettik.... Ve tekrarladık.... Makarna sadece bir örnek benim için, bu örnekleri herkes kendince çoğaltabilir.... İşte bahsettiğim şımarmak duygusu bu!!!

Bir de madalyonun öbür yüzü var tabi. Bu krizden en çok biz etkilendik diye düşünüyoruz ama bir kesim için bu çok daha farklı. O’nlar, bizim gibi şimdiki dönemle geçmiş dönem arasında kıyaslama bile yapamıyor... O ederinden çok daha yüksek fiyata ödediğimiz makarnadan haberleri bile yok. O’nlar için kriz olsa da, olmasa da sosyal yaşantıları yok çünkü. Çünkü bizim askıya aldığımız pek çok şeyi zaten yapmadıkları için bildikleri tek şey sadece hayatta kalma mücadelesi.
Yaşam onları hiç şımartmadı çünkü?

Elinden oyuncağı alınmış olmak hoş değil, ama o oyuncağa hiç sahip olmamış olmak da neyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürmeli bize....

Etrafınızdaki her şeyi gözleyin ve bu geçici yaşamda sahip olduğunuz her şey için müteşekkir olun...

18 Kasım 2008 Salı

Gülmece


Dünya 5m2'den İbaret



Bana bunu bir kez daha kanıtladı dünya.
Nasıl mı?

Bir fotoğraf albümüne bakıyorum, ve bu albümde beklemediğim biri çıkıyor karşıma. Bu albümde ne aradığına mı şaşırırsınız? Yoksa bu albüme neden sonuna kadar baktığınıza mı?

O an yaşadığım şaşkılık bir süre devam etti...

Hepimiz buna benzer olaylar yaşamış, bu dönemleri sorgulamışızdır. Bende bu durumlar on kat daha fazla yaşanıyor. Nedenini bilmiyorum?

Aslında yaşamda herşey tesadüf değil midir? Dünyaya gelmemiz vs.
Bu tesadüfler yaşamı şekillendirip, anlam veremediğimiz şekilde bizi şaşırtıyor. Ama sonrasında bunları olağan kabul ediyoruz. Bazense yaşanılanlara anlam vermeyip herşeyi orada bırakıyoruz.
Tesadüfler hep ummadık zamanlarda çıktı karşımıza, bu nedenle bizi çok şaşırttı. İsteklerimizin son buldu ya da üzerine sünger çektiğimiz olaylarda çıkıp geldi tesadüf. İyi ya da kötü bizi şaşırttı bu sayede.

Başka bir örnek; bir geziye katılıyorum. Gezide tanıştığım bir arkadaşımın çektiği fotoğraflara bakıyorum sonrasında. Bir fotoğraf dikkatimi çekiyor. Bu fotoğraf belli ki geziden önce çekilmiş. Ama nasıl olduysa ben bu fotoğraf karesinde varım. Nasıl mı? Tesadüf işte! Fotoğrafı çeken kişi-şuan arkadaşım, bu gezi öncesinde bir kaç fotoğraf çekmiş ve biz aslında onla karşılaşmışız... Aslında bu heran yaşadığımız, ama farkında olmadığımız bir durum... En doğalından yaşanılanlardan bunu anlıyorum.
Hergün yanımızdan geçip giden insanlar, kim bilir ne zaman yaşantımıza girecekler(?)... Yaşantımızın hangi karesinde var olacaklar ve bizi şaşırtacaklar... Kim bilir??

O albüme bakmış olmak hem tesadüf benim için, hem de gördüğümde yaşadığım şaşkınlık aslında özlediğimdir... Bunlar hep ilk karşılaşmaları akla getirir ve bu yüzden şaşırtır...

Bir düşünün bir yıl öncesini... Ne dersiniz var mı yaşadığınız bir tesadüf ?
Dünya sizin için kaç m2...?

13 Kasım 2008 Perşembe

Kariye Müzesi

Müzeyi ziyarete giderken yolda dikkatimizi çeken sonbahar mevsimini anlamdıran ağaç yaprakları.


Hava biraz soğuk ama güneş arada bir kendini gösteriyor. O ara yukarı bakıyoruz ve biraz önce görünen ağaç yapraklarına inat dalda kalmak için mücadele veren bir yaprak. Belki de yaprak değil...

Kariye Müzesine dışarıdan baktığımızda dikkatimizi çeken bir pencere. Renk tonları yaşanmışlığı her haliyle hissettiriyor...


Kariye Müzesi içerisinde bulunan giriş kapısı. duvarlar mermerlerle kaplı. Kapı gücü simgeler gibi büyük inşaa edilmiş. Aynı şekilde yerler de mermerlerle döşenmiş. Mermerler desenli, bu desenler dikkatlice bakılınca yorumlanabilir şekillerden oluşuyor. Ve mermerler Marmara Denizinde bulunan Marmara Adası'ndan getirilmiş. Günümüzde adada hala mermer ocakları bulunmakta.

Kariye Müzesi (Chora Kilisesi) 6. Y.Y.’a kadar giden bir geçmişe sahip. Bizans Döneminde kilise olarak hizmet vermiş. İstanbul'un Fethi'den sonra 1511 yılı Osmanlı Döneminde de camii olarak kullanılmış. Bizans Dönemi mimarisinde sıklıkla kullanılan tuğladan inşaa edilmiş. Dışarısı oldukça sade bir yapıya sahip. İç bölüme girildiğinde görülen mozaikler sayesinde o dönemde kilesi olan bu yapının neden bu kadar önemli olduğunu anlıyorsunuz. Her Bölümün duvar ve tavanları mozaik resimlerle kaplı.


Bu fotoğfta Cebrail Meleği görülmekte. Duvar ve tavan da bulunan bu moziklerin hepsinin bir hakayesi var. Mozikler o dönemin yaşamını sırasıyla göstermiyor, duvardaki mozaikler karışık olarak hikaye edilmiş.

Meryem'in Yavuz ile evlenmesini ve İsa'nın yaşamını mozikler en canlı haliyle anlatmakta.





Gezide bizimle birlikte minik Bora'da vardı, fotoğraf karesinden görüldüğü üzere henüz pek birşeyden haberi yok. Belki de herkesden farklı bir yöne bakıyor olması bunu yeterince anlatıyor. Babasının kucağında kendice bebek keşiflerini yapıyor gibi...


Bu mozaiklerin günümüze kadar gelmiş olması bizim için büyük bir miras ve önem taşımakta. Müzeyi çoğunlukla yurtdışından gelen tursitlerin ziyaret ettiğini gözlemledim...
Osmanlı Döneminde, yapı camii olarak hizmet verdiğinden dolayı, yapının içinde bulunan mozikler badana ile örtülmüş. Yapı 1948'den, 1958'e kadar Amerikan Bizans Enstüsünün yaptığı çalışmalar sonucunda, badana ile gizlenmiş olan bu mozaikler sergilenmek üzere bu çalışmalarla ortaya çıkarılmış. Yapı 1948 yılından bu yana da müze olarak hizmet vermektedir.


Çocukluktan canım arkadaşım Nilgün ile bir fotoğaf karesi... Dostluklar da müze gibi değil mi? Uzun bir dönem sonucunda yaşanmışlıkların getirdiği değer...

İstanbul'da keşfedilecek çok yer var...

8 Kasım 2008 Cumartesi

İstanbul Modern Sanat'ta Üç Gezenti


2 Kasım pazar günü :Çiğdem Ersoy, Melis Zararsız ve ben

Tophane'de, İstanbul Modern Sanat'taydık. "Şehir Yükseliyor" video gösterisi, “Suyun Bir Arada Tuttuğu” fotoğraf sergisi ile “İnsan Halleri”fotoğraf sergisi ve geçmiş tarihten günümüze dek gelen önemli ressamların "Modern Deneyimler" resim sergisini görme fıratını yakaladık.

İlk kez İstanbul Modern'i ziyaret ediyordum. Bulunduğu yer itibariyle beni biraz şaşırtsa da iç bölümüne girip de manzarasını gördüğündümde fikirlerim değişti. Gizemi de burada gizli sanırım.
Girişte güleryüzlü bir görevlinin yardımları ile sergi bizim için start alıyordu. Sergi giriş ücreti 7-YTL, isterseniz sergide bulunan eserler hakkında detaylı bilgileri dinleyeceğiniz telsiz telefon görünümünde bir makina veriliyor. Makinanın ücreti 3-YTL. Eserler numaralandırılmış ve bu numaraları makinede tuşladığınızda size eserler hakkında detaylı bilgi veriyor. Bu sayede o dönemi ve eserin hikayesini özellikle de yazarın hayatını öğreniyorsunuz.

İkinci kez ciddi ciddi bir resim sergisine gidiyordum. İlk gidişim uzun süre önceydi. Yakın bir arkadaşım güzel sanatlarda okuyordu, onun daveti ile günümüz ünlü bir ressamının resim sergisine gitmiştim. Bilmediğimdendir ki sergide resimlere çok yakın mesafeden bakıyordum, arkadaşım beni rahatsız etmeden uyarmış, resmi en güzel uzaktan baktığında hissedebilirsin demişti. Bu kez daha bilinçli geziyordum resim sergisini. Belki de bu süre zarfında öğrendiğim şeyler olmuştu. Çünkü geziden tahmin ettiğimden daha çok zevk almıştım. Saat 13:00'de sergiyi gezmeye balayıp, saat 17:00'de sergiden ayrılmıştık. Ve kafamda bir dolu düşünülmesi gereken şeyler vardı. Gördüğüm eserler bana inanılmaz olanı hissettirdiği kadar, mümkün kılınılanı da hissettirdi. Fırça darbelerindeki muhteşemliği, ama karmaşıklığı da hissettirdi. Eserler hakkında edinlediğimiz bilgiler ile bu daha bir anlaşılır hale geliyordu. Çünkü hepsinin bir hikayesi vardı. Bu hikayeleri sen de görebilirsen taşlar yerine otuyordu. Yani bazı anlamsız olduğunu düşündüğün fırça darbelerinin aslında bir hikayesi vardı. O fırça darbelerini ben de atabilir, belki aralarına daha bir ahenk katarak birşeyler yaratabilir diye düşünmedim değil. Ama benim yaptıklarım sadece fırça darbelerinden ibaret olurdu. Bunu anlamak ve hikayeleştirmek onu özel kılmak gerekliydi. Sanatçı olmak böyle birşey, başka düşünmek ve ona duygunu yansıtabilmek. Anlaşılmaya çalışmak da değil aslında bu tam olarak... Sanatta kaygı olmadığını anladım belki de. Bu yüzden sanatçılar yaşamları boyunca parasız pulsuz gezmemişler midir?
Sergide geçmiş tarih osmanlı dönemi ve cumhuriyet dönemi ve şimdi dönem resimleri sergileniyor. Ayrıca çok dikkat çekici "Şehir Yükseliyor" video gösterisinde; kot yapımından, metal mutfak eşya yapımına, saat tamirinden, demir tel yapımına ve Fransa'da gerçekleşen video gösterileri bulunuyor. En son da “İnsan Halleri” fotoğraf sergisine bir göz attık. Bir bölüm yaşarken ölü olmak temalıydı. Her biri farklı insan, farklı bir ortamda ölü bir halde fotoğraflanmış. Bu bölümün gezen kişiler arzu ederlerse bir fotoğraf karesini hikaye edebiliyorlar. Hemen bir defter bekliyor sizi ve hikayenizi buraya aktarıyorsunuz. Ben yazamadım, kelimeler neden se belirmedi o an için belki de fotoğraflar etkilemedi beni... bilmiyorum...

Ancak saate baktığımızda anladık zamanın ne kadar hızlı geçtiğini.

Tatlı yorgunluk bizi acıktırmıştı. İstanbul Modern Sanat'ın içinde çok güzel bir restaurant bulunuyor. Normalde de gelebileceğiniz ve keyifli zamanlar geçirebileceğiniz bir yer. Manzara delisi ben ahtapot gibi bağlanıverdim buraya... Cafe çok güzel dizayn edilmiş, yüksek tavanı sayesinde havadar bir ortam karşılıyor sizi. Boğaz manzarası da bonus...
Uzun bir geziden sonra güzel bir yemeği hak etmiştik. Menüden güzel olduğunu düşündüğüm bir makarna siparişi vermiştim. Siparilerimizi beklerken sergi hakkında sohbete dalmıştık. Taki siparişim servis edilen kadar...Ama gelen sipariş beni baya bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Makarna karikatür edilebilecek kadar minik, ufacık bir servis tabağında geldi. Fiyatı ile çok orantısız görünen bu tabak benim yemeğimdi. İkinci bir alternatifi sipariş etmem şu kriz döneminde yapılmaması gereken bir davranıştı. Bol ekmeği makarnaya batırarak lezzeti yakalamayı başarmıştım. Tabakta kalan son şey, yani en lezzetli yani sosu idi; sarımsaklı, naneli, birkaç sebze parçası bu anlamda tabakta kalmamalıydı. Dayanamadım ve bu son lezzeti de bitirdim.

Sevgili Çiğdem de domates soslu bir makarna sipariş etmiş ve onun da yaşadığı talihsizlik aynıydı. Ve en güzel yanını O'da benim gibi değerlendirmeyi düşünüyordu. Ki garson tabağı kaparcasına önünden almaya çabalayana kadar... Ama Çiğdem son hamle ile ondan hızlı davranarak "henüz bitirmedim" diyerek zafere ulaşmıştı...

En şanslımız Melis'ti. Hamburger sipariş etmişti. Tabak o kadar büyük ve doluydu ki, sanki bizim tabağın küçük olmasının nedeni onun tabağının o kadar büyük olmasından kaynaklıydı... En son tatlı siparişimiz tüm bunları unutturdu. Çok leziz bir profiterol ile yemek bölümü zaferle sonuçlanıyordu...
İstanbul Modern hem sanat merkezi olması hem de içinde bulunan restaurantı ile İstanbul'da gidilebilecek nezih bir yer. Ama unutmayın menüler biraz sizi şaşırtabilir. Bir de şanslı iseniz, restaurantın önünde o gün için gemi olmasın, ki manzaradan mahrum kalmamış olun...
Keyifli zamanlarınız olsun...


7 Kasım 2008 Cuma

Nasıl Olmak??? (Fark Etmek)

Herşeyi ortaya döküp çekiştirdiğiniz dönem ? Bu dönemde düşün düşün her şey sorgulanır. Yapılacak en kolay şey budur çünkü.

11 Ekim Cumartesi günü görünmez bir kaza geçirdim. İçler acısı ama yine de bu konu hakkında yazacağım. Sağ ayağımın üzeri iki yerden, yine aynı ayağımın alt kısmı da bir yerden kesildi. Dikiş sayısı anlamında kendimce rekora koştum sayılırım; yirmi adet dikiş:-)
Şu ana kadar sağlık ve genel yaşam koşullarında kendimi hep şanslı hissetmişimdir. Şans faktörü hep yüzüme gülmüştür. Ama bu kez çok daha farklı oldu. Şu beş gün evde olup, ayağa kalkmama durumunu kabul etmek hiç kolay olmadı. Bu geçici duruma alışmak için kendinizce yöntemler buluyor, en kolay nasıl ayağa kalkacağımı, nasıl dengede duracağımı öğrendim; yılmadan... En önemlisi yardım almadan bunu yapmayı istemek seni ve etrafını ister istemez zorluyor. Sonrasında edindiğim iki değnek ile bu hal biraz daha kolay geçti şükürler olsun...

"Nasılsın(?)" bu sözün anlamını kavradım şu süre içinde. "Nasılsın(?)" anlamının üzerimdeki egemenliğini ve o an için ne durumda olduğumu gerçek anlamda belirtmenin, insan üzerindeki olumlu ya da olumsuz etkisini fark ettim... Artık rutin hala gelmiş bu soru ve soruya verilen cevapları geçiştirmeyeceğim...

Nasılsın Fethiye?
Ayağımda yirmi dikiş ile kıpırdamadan uzanmak, bir an önce iyileşmek isteğiydi benim hissetiklerim... O normalde aslında hiç bir sorunum olmadığı halde verdiğim "eh işte" cümlesini bir kenara atıp "harikayım" cümlesini kurmak istiyordum... Elimden birinin tutmadan ayağa kalkacağım, temel ihtiyaçlarımı gidireceğim normal yaşantıma döneceğim zamanı bekliyordum... Şükürler olsun ki bu bir bekleyiş dönemiydi benim için. İşte bu yüzden çok şanslıyım, şanslıyız. Biliyorum ki iyileşeceğim ve eski halime, sağlıklı günlerime döneceğim. Tüm benliğin bunu bildiği için kendini daha güçlü ve moralli hissediyorsun...

Bu umut ile ayağa kalkmak istiyor, ama kalkamadığını hissettiğin an, iyileşeceğin düşüncesi ile moralin yerine geliyordu. O yüzden ben çok şanlıyım. Ve bu sürece nasıl uyum sağlayacağını bir kaç moral bozucu denemeden sonra öğreniyorsun. Çünkü iyileşeceksin bildiğin bu(!)(!)(!)...

Bu kendini dinleme dönemi herşeyi düşündürüyor. Son günlerde yaşanan ekonomik kriz, şehit olan askerlerimiz, doğru işi yapıp yapmadığım, hayattan beklediklerin, hepsi karşı konulmaz düşünceler silsilesi olarak tek tek sorgulanıyor. Düşündükçe daha derinlere iniyor, içinden çıkılmaz gibi görünse de o en dip noktada tüm sorulara cevaplar bulunuyor.

Fart etmeyi, bunu fark ettirmemeyi öğrendim. ( Can Yücel ) Çünkü daha önce gördüğüm ama üzerinde durmadığım, başıma gelmeden anlayamacağım şeyleri yaşıyordum...
Bir hafta süresinde karşılaştığım olaylar sayesinde empati duygum hiç zorlanmadan gizlendiği yerden dışarı çıktı;

Ablamda kaldığım için müdahale yapılan hastanede değil farklı bir hastanede pansuman yaptırmam gerekti. Örneğin gittiğim bir hastanede yaşadıklarım normal şartlarda benim başıma gelmez diyeceğim şeylerdi. Kaldı ki bu yaşanılanlar özel bir hastanede gerçekleşiyordu maalesef.

Ablam ile pansuman için en yakın hastaneye gitmiştik. O gün henüz değneklerim yoktu ve ablamın yardımı ile sekerek hastaneye girmiştim. Hastaneye girdiğimizde kimse yardımcı olmamıştı. İçerisi olması gerektiğinden daha kalabalık görünüyordu.. Neyse danışmaya gidip ne istediğimizi söyledik ( biz birşey istiyorduk ) Bu istediğim şey için on dakika suçlu çocuklar gibi ayakta beklemek zorunda kalmıştım.

Kendi içimde sabırsız biriyimdir,( hata yapmayı sevmem ) herşey hemen olsun, hata olmasın isterim, ama kurallar çerçevesinde sıralanır bu sabırsızlığım. Sanırım bunlar hep alıştığım şeylerdi. Uzun süredir ortak yaşam alanlarında bulunmamıştım. Asıl kuralların burada uygulanması gerekiyordu. Annemin hastalığından bu yana karşılaştığım şeyler değildi bunlar.

Benim dışımda gerçeklerşen böyle olayları anlamaya çabalarım. Ağız dalaşına girmeden karşı tarafı anlamaya ve durumu kendisinin fark etmesini sağlarım sabırla... Bu da karşımdakinin utanmasını ve bu sayede bir daha buna benzer durumları tekrarlamamasını sağlar; sanırım, inşallah... Danışmadaki görevli kızla böyle bir hal içindeydik. Beni fark etmiyor ve bu yüzden canım yanıyordu... Beni bekletmesinin nedeni; O'na göre ilk müdahale nerede yapıldı ise orada pansuman yaptırmam gerektiğiydi. Neyse bu durumu kısa sürede aşmıştık, ama bu kez de pansuman ücreti alınacağını bunu sigortanın karşılamadığını söyledi. İlk sorunun aşılması ile ikinci sorunun da kendiliğinden aşılması gerekiyordu. Sigorta şirketini araması gerektiğini söyledim. Beni dinlemiyor, peşi sıra cümleler kuruyordu.... O an karşımda duran sesi kısılmış, sadece görüntüsü olan bir tv ydi sanki... Çünkü sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu. Yanlış bildiği şey üzerine ısrarla susmuyordu... Neyse ki sigorta şirketini aradı.Telefonu kapattığındaki yüz ifadesi ile "Haklıymışınız dedi biraz önceki halinden çok farklı ve sessiz bir ses tonu ile..." Haklıydım ve yaklaşık on dakikadır tek ayak üzerinde durmak beni zorlamış ve acı ki üzmüştü".. Bu durumun beni nasıl rahatsız ettiğini anlaması için "Yaklaşık on beş dakikadır tek ayak üzerindeyim ve ayağımdaki yara sanırım açılmış olmalı, şimdi de bunu öğrenmek için sigorta şirketini arayalım mı? onlar öneride bulunurlar size? Derken ablam duruma müdahale ediyordu; çünkü ben benden çıkmak üzereydim... Kurallar ha(!).

Tekerlekli sandaliyem geç de olsa geldi... Yanına da hastanede bulunduğumuz süre içinde yanımızdan ayrılmayan karikatür gibi bir hasta bakıcı verildi...

Personelin ilgisiz olmasının tek nedeni hastanenin olması gerektiğinden daha kalabalık olmasıydı.. Hastaların çoğu da ne yapacaklarını bilmez durumdaydılar maalesef... Burada özel hizmet verilmesi dışında, sosyal hakları olan tüm hastalara da hizmet verilmesi, nedeni açıklıyordu. Sorun, yoğun kalabalık nedeniyle bıkkın olan personelden kaynaklıydı... Ama sağlık sektörü bunu neden olarak kabul etmiyor maalesef...

Pansuman yapılması için acil bölüme girdik. Orta yaş bir hemşire gerdi içeri. Hemşire benle ve rahatsızlığımla ilgili hiç birşey sormadan elindeki makasla, tam da dikişlerimin olduğu bölümden sargıyı kesmeye çabalıyordu. (resmen çabaladı) Kibarca hemşireyi uyarmama rağmen beni anlamaz halde aynı şeyi takrarlıyordu. Canım burnumda olduğu için temiz sargı isteyip pansuman yapılmadan yaramı sarmayı ve hemen buradan ayrılmayı istiyordum... Bu halde biraz agrasif olduğum gözlemlenebilir. Ama yine de birşey söylememek adına sakin davrandığımı söyleyebilirim, bunu ablam sağladı sağolsun...

Ablamı o an odanın köşesinde hemşire ile konuşurken gördüm, O'na yapabileceklerim konusunda uyarıyordu :-)) Ama kurallar doğrultusunda....

Nihayet durumu anlayan başka bir hemşire geldi de biraz önceki yaşanılanları düzeltmeye çalışır halde çok dikkatli davrandı... Pansuman tamamlanmış, çıkmak üzereydik ki müşteri hizmetlerinden bir bayan gelip başta gösterilmesi gereken ilgiyi göstermeye çabalıyordu... Anlaşılan o ki durumu toparlamaya çalışıyorlardı ... Hastaneleri kimse sevmez, ben artık hiç sevmiyorum. Eksikliği hissedilmesin ama ihityaç da duyulmasın... Sadece bize refaket eden hasta bakıcı çok yardım severdi; sağolsun bizi kapıya kadar geçirdi....

Böyle sekerek dışarıda olmak beni çok zorluyordu. Sağ ayağıma basamadığım için ayakta durmakta zorlanıyor ve yardım da alamıyordum. ( ortalamanın üzerinde bir boy ile bu sahiden mümkün olmuyordu. )

Bu durumu aşmak için iki değnek aldık. İşte değnekleri ilk kullandığım an neyle karşı karşıya olduğumu anladım. Bu kaygının hemen ardından da ne kadar şanslı olduğumu anlıyordum; çünkü ben iyileşecektim... Allahım lütfen bir an önce iyileşmek istiyorum dedim içimden; sessizlikle.... İlk denemede dengesiz ve ürkektim... Sonra sistemi kavradım... Dışarıdan bakıldığında komik hareketlerle yürümeye çabalıyordum. Ya çok hızlı öne doğru atılıyor, ya da dengesiz bir halde yavaş gidiyordum. Bu yüzden karşı karşıya kaldığım kişiler benden uzak duruyorlardı.... Yeni yürümeye başlayan çocuk edasındaydım...

Bu yaşadıklarımın hepsi sosyal yaşamda oluyordu. Ortak kullanım alanları engelliler için uygun koşullara sahip değil, fark ettim... Kaldırımlar ya çok yüksek ya da çok darlar, aniden karşınıza çıkan yüksek merdivenler de dahil buna... Maalesef etrafdaki insanlar da çok hızlı hareket ediyorlar, bu yüzden de beni fark etmeleri kolay olmuyordu....

Karşı caddeye geçmek için yaya geçidini kullandım. Bana geçiş hakkı veren yeşil ışık henüz karşıya geçmeden kırmızıya dönmüş ve belki beni görmeyen belki de alışkanlıkları dolayısıyla arkada bulunan araçlar kornaları ile önde bulunan araçları taciz ediyordu. Yazık ki fark etmemişler ve bu yüzden beni de taciz ettimişlerdi... Onlar beni fark etmediler ama ben onları bu sayede fark etmiştim....

Aksaray- Yeşilköy Havalimanı arasında bulunan metro hattındaki bazı duraklarda ne asansör ne de yürüyen merdiven yok... Bunu da fark ediyorum. Peki neden yok?(!)(!)(!)

Carrufour Alışveriş Merkezi nde engelli kişiler için girişte tekerlekli sandaliye mevcut. Bu sayede nasıl keyifli bir alışveriş gerçekleştiğimizi anlatamam. Teşekkür ederim.... Nihayet Fark edildik (!)

Yine pansuman için hastane yolundayız. Az biraz yürüyebiliyorum.
Hastaneye vardığımda fark ediyorum ki artık ilgi beklemiyorum, tekerlekli sandaliye istemiyorum, çünkü bu duruma uyum sağlamayı öğreniyorum... Bunu da fark ediyorum.
Sevgili doktorum geliyor, tanıyor beni... İlk müdahale yapıldığında kendisiyle yaklaşık bir saat sohbet ettimiştik. Bu sohbet süresi zarfında Türkiye'yi kurtardık...
Doktor kendi sektörünü, ben kendi sektörümü anlatmıştım... Tam da zamanına denk geldi; küresel bir kriz içindeyiz çünkü... Ama fark ettik ki ben kendisinden daha çok kazanıyormuşum... Bunu da fark ettim....

Hastaneden çıktığımda çok mutluydum. Çünkü ayağım çok iyi durumdaymış... İnşallah önümüzdeki hafta dikişlerim alınacak... Taksi çağıyoruz ve nereye gideceğimizi söylüyoruz... Keşke binmeseydik. Taksici çıldırmış durumda kullanıyor aracı. İkinci kaza olması ihtimal dışı bile değil.... Sonra da istediğimiz sokağa girmek istemiyor... ama bunu söylemiştik, ve durumumu fark etmeden bık bık bık konuşmaya devam ediyor. Fark ediyorum ki taksicide sadece allah korkusu var, ne desem de insem diye düşünüyorum.... O beni fark etmiyor ama ben bunların hepsini fark ediyorum...Tartışmaya değmez besbelli... Sadece inerken "allah razı olsun" deyip iniyorum taksiden... En son söyledğimi anlamış olacak ki ardımızdan mahçup halde bir kaç kelime söylüyor... Bunu da fark ediyorum...

Ve nihayet evime geldim... Bana bu bir hafta boyunca ablam baktı, biliyordum ama bunu tekrar fark ediyorum; benim harika bir ailem var.... Teşekkürler...

Ve bir hafta geçti, belki bugün dikişlerim alınacak kontrol için hastanedeyim... Biraz erken gelmiş olmalıyım ki henüz doktor gelmemiş... Hemen yanımda benle birlikte bekleyen bir aile var. Genç bir aile, bir buçuk yaşlarında bir de erkek bebekleri var. Babasının kucağında ayağı sargılı mahsun mahsun bakınıyor etrafa... Benim de değneğime ve ayağımdaki bandaja bakıyor. Sanırım O'da bu halinden sıkılmış olmalı ki sürekli hareket etmek istiyordu... Babası ayak bileğini çatlattığını söylüyor. Ben de " geçmiş olsun" diyerek gülümsüyorum, sonra da " ikimiz de aynı dertten muzdaribiz sanırım" diyorum. Bu cümleyi neden kurduğumu, en azından "muzdarıp" kelimesini neden sonuna eklediğimi anlayamıyorum. Karşımda hiçbir şeyden haberi olmayan birbuçuk yaşında bir bebek(?). Görünen o ki bu kelimeyi babası bile anlamlamdıramadı. İçimde bu yaşanılan durum için kahkahalar büyüyor ama orada kalıyorlar... Neyseki asansörede bu kahkahalar özgür kaldı....
Sonraki kontroller için kendim bir hastane tercih ediyorum. Ve aradaki "farkı" görüyorum. Ablamın bana iyi bakması ve bu bir haftalık dinlenme sürecinde ayağım gayet iyi durumda.

Günümüz koşullarında engelli kişilerin yaşamları çok zor, ortak yaşam alanları içinde onlar için hiç bir kolaylık söz konusu değil. Toplumun genelinde yaşamın getirmiş olduğu sorunlar nedeniyle engelli kişilere karşı maalesef anlayış ve yardım da söz konusu değil... En acı hali ile bunu yaşadım ve gördüm.... En önemlisi sağlık sektöründeki sorunlar... Eğer özel sağlık sigortanız yok ise, maalesef hastanelerin genelinde doktorlar dışında, hastane personeli nasıl riskli bir sektörde çalıştıklarının farkında değiller... Ve bunun da farkında olmayan hastane yönetimi...

Farkında olmalılar ki, insanın başına ne zaman, nerede, ne geleceği belli değil. Gideceğimiz hastaneyi de seçme şansımız olamayabilir...

Dilerim ki sağlık sektörümüz biraz da olsa ihtiyaçlara cevap verir durumda olur.. Çünkü riski kabul etmeyen tek sektör Sağlık sektörü...
Ve "fark edelim" lütfen... Empati gücümüzü kullanalım... En önemlisi şanslı olduğumuzu, nelere sahip olduğumuzu fark edelim... Bugün O, yarın için O kişi "sen" olabilirsin...

Sağlıcakla kalın...

İstanbul'u Keşfetmek


26,07,2008
Her ne kadar etraf kalabalık da olsa , benim için sessiz bir sabah... Güneş tam da yüzüme yansıyor. Biraz yakıcı ama rahatsız etmiyor. Karşımda eşsiz bir boğaz manzarası.. Yer Dolmabahçe Sarayı, elimde simit.... Uzun süredir özlemini çektiğim o çıtır çıtır, mis kokulu ve susamlı... Yanında da olmazsa olmaz cam bardakda çay... Dolmabahçe Sarayı avlusunda girişte, hemen sağ tarafda, deniz kenarında bulunan bu bölüm çok keyifli bir yer. Neredeyse on yıldır geliyorumdur buraya... Ağaçların gölgesi ile boğaza karşı pineklemek çok keyifli... İstanbul'un karmaşasından uzaklaşmak için birebir bir yer. (benim için) Ve sanıyorum pek çok kişi burasını bilmiyor. Hemen dışarda otopark önünde bulunan yeri biliyordur.

Bugünkü program boğazda gerçekleşecek bir tekne gezisi. FinansNetwork İstanbul’ün düzenlediği bir gezi.

Sarayın bahçesinde yaptığım bu güzel kahvaltıdan sonra geziye katılmak için buradan ayrılıyorum. Planım Saraydan çıkıp, Beşiktaş yolundan devam ederek, Ortaköy'e doğru yürümek. Etraf da bunu destekler haliyle sakin görünüyor...

Hatırlıyorum çocukluğumda ilk kez buraya geldiğim zaman, şuan bulunduğum cadde beni büyülemişti... Ağaçların gökyüzüne yükselişi ve Dolmabahçe Sarayı'nın ihtişamı gözlerimi kamaştırmıştı...İşte o zaman bu atmosfer ile sanki tüm İstanbul şehri "böyle olmalı" diye düşünmüştüm. Keşke böyle olsa; tüm caddeler bu şekilde devam etse boğaz boyunca.... Ağaçlar gökyüzüne doğru uzanmış, geniş ve düzenli caddeler.... Ne keyifli olurdu bu hal içinde araç kullanıyor olmak. Hele ki iki teker ile sürüş keyfi...

Bu düşünceler ile Ortaköy'e varıyorum. Sanırım en erken ben gelmişim. Deniz kenarında boş bir bank beni çağırıyor(!) kedi misali güneşe karşı oturuyorum. Gözlerini kapatsan dahi bu hoş manzara hayalinde beliryor... Ve sessizlik... Hemen önümde birkaç martı var; balık avında. Kafamı çevirip de sol tarafda gördüğüm yer Ortaköy Camii... Ortaköy Camii'nin ardına gizlenmiş Boğaz Köprüsü en yakışıklı ve kendinden emin haliyle görünüyor.

Hemen sağ tarafda ileriye doğru baktığımda uzak da olsa Kız Kulesi çarpıyor gözüme... Ve sırasıyla bu görüntüyü takip edince de Topkapı Sarayı, sonrasında sanki düz çizgi üzerine özenle yerleştirilmiş gibi Yenikapı'ya doğru sırasıyla camiler görünüyor; büyüleyici....

Ellerimde biraz önce yediğim simitin kokusu kalmış... Bir tane daha olsa hayır demez hemen yerdim...
Gezi için arkadaşlarım gelmeye başladılar bile... Ve tekne gezisi başlıyor.
Güzel bir boğaz turu ile gezi Karadeniz'in maviliğine doğru devam ediyor...
İstanbul’u İstanbul yapan eserlerden bir tanesi olan Dolmabhaçe Sarayı’nı tanıyalım;
Dolmabahçe Sarayı Avrupa sanatından etkilenerek 1843-1856 yılları arasında inşaa edilmiş. O dönemin Sultan’ı Abdülmecit, mimar Karabet Balyan’a boğaza nazır gösterişli bir saray yapmasını istemiş. Sultan, Dolmabahçe Sarayı yapılana kadar Topkapı Sarayı’nda ikamet etmiş. Saray bittiğinde de hemen Topkapı Sarayı’nı terkedip, Dolmabahçe Sarayı’na yerleşmiş. Saraya dışarıdan bakıldığında o döneme ait Avrupa etkileri hemen göze çarpıyor. İşlemeler ve gözü yormayan bu yapı boğazdan bir başka güzel görünüyor.

Saray üç kattan oluşuyor. 285 odası ve 43 salona sahip. Denize bakan bölüm 600 metrelik bir rıhtımdan oluşuyor. Boğaza karşı bu kadar geniş bir alanda yürüş yapmak çok keyifli olsa gerek. Sarayın hem iç büyüklüğü hem de dış bölüm büyüklüğü o dönemin zengin yaşam şeklini anlatmakta. Sarayın hayranlığını arttıracak başka bir unsur da iki devasa büyüklükte kapıya sahip olması. Birinci kapı giriş kapısı, diğeri ise hepimizin bildiği Dolmabahçe yolu üzerinde bulunan ve günümüzde iki askerin kıpırdaman nöbet tuttuğu kapıdır. Kapılar işlemeler ile süslenmiş. Diğer yandan dikkat çeken başka bir yer de sarayın bahçesidir. Çeşit çeşit çiçeklerle bezenmiş, sıra sıra ağaçların göğe yükseldiği yapma tablo görünümünde cenneten bir parça gibi dir. Sarayın iç bölümünde bulunan balo salonu da en dikkat çeken bölüm. Göz alıcı bir görünüme sahip. Bu bölümün tavanı diğer bölümlere göre daha yüksek inşaa edilmiş. Tavan yüksekliğinin yansıttığı gösteriş ve şaşa sayesinde o dönemde yapılmış törenleri hayal edebiliyorsunuz. (hayal etmekten kendini alıkoyamıyor insan)

Sarayın giriş tarafında, Sultan’ın özel görüşmeler yaptığı bölüm bulunuyor. Geçmiş tarihimizde önemli pek çok karar burada alınmış. İç bölümde bulunan tüm eşyalar büyük bir titizlikle günümüze kadar gelmiş. Sarayda bulunan eşyalar, perdeler ve tablolar o dönemin zenginliğini ve şaşasını en açık haliyle gösteriyor. İstanbul’a gelip de Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret etmeden gitmemeli. Tarihimizi okumak kadar bu tarihe tanıklık etmiş eserleri görmek de önemlidir. İstanbul şehri kültür zenginliği sayesinde geçmiş tarihimizi, her sokağında, her köşesinde bize çekinmeden sunuyor.

Sarayın büyülü havası duvar ve tavan işlemelerinde görülüyor. O dönemin en ünlü Avrupa sanatçıları tarafından bu işlemeler özel olarak yapılmış. Örneğin bir kaç odanın her yeri aynı renk ile döşenmiş. Bu da zevk unsurunu o dönemde önemli kılıyor. Sarayın bilinen en büyük özelliği de dünyada bulunan tüm saraylar içinde en büyük balo salonuna sahip olması. Yakın tarihimiz Cumhuriyet dönemine de tanıklık etmiş olması ile Ulu Önder Atatürk’ün burada vermiş olduğu törenleri akıllara getirmek mümkün oluyor. Balo salonun tam ortasında bulunan avize dikkat çekici. Salonun ihtişamına yaraşır şekilde yapılmış. 4,5 ton ağırlığında bulunan bu avize kristalden yapılmış görsel bir eser.

Bu gösteriş ve şaşa ile süslenmiş saray sizi şaşırtmadan uzun koridorlardan geçerek harem bölümüne götürüyor. Her yerin ayrı bir güzelliği olduğu gibi harem bölümü de özel olarak inşaa edilmiş. Sultan’ın eşi ve annesinin odası ve sarayda görevli hizmetkarların odaları bu bölümde bulunuyor. Sarayın kuzeyinde kalan bölüm de şehzadeler için ayrılmış. Günümüzde bu yapı Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet vermekte.

Bana göre sarayın en önemli dönemi Atatürk’ün yaşadığı dönem. Özellikle son günlerini burada geçirmiş olması bunu fazlasıyla hissettiriyor. Atatürk, İstanbul ziyaretlerinde Dolmabahçe Sarayı’nda kalırmış.
Ve odasını ziyaret ettiğinizde ilk göze çarpan dokuzu beş geçe donup kalmış olan saat oluyor. “Atam Dolmabahçe’de”....

Saray günümüzde haftanın belirli günlerinde halkın ziyaretine açıktır.
Geçmiş tarihin en önemli dönemlerinden Osmanlı Dönemi, sonrasında Ulu Öndermiz, Atatürk’ün, Cumhuriyet Dönemi’nde önemli kararları burada almış olması nedeniyle de kat be kat sarayın görülmesini gerekli kılıyor. İstanbul’u keşfetmek için öncelikle İstanbul’u İstanbul yapan, tarihin canlı tanıklarını tanımak gerekli. Her eser size tarih adına birşeyler öğretir. Tarihi keşfetmek için okumalı, ama tarihin ruhunu hissetmek için de onları ziyaret etmeli. Keşiflerimiz sonsuz olsun...

15 Ekim 2008 Çarşamba

Şiirde bir devir kapandı mı?


1914-2008
Sormuşlar dostları birgün "yazarken gülümsediğini görüyoruz bazen, neye gülüyorsun" diye Dağlarca'ya. Farkında değilmiş gülümsediğinin. Düşünüyor, buluyor niye güldüğünü. Çocuklar, üzerine ne çok yazdığı çocuklar...

26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiş.İlk öğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan’da, orta öğrenimini Tarsus ve Adana’daki ortaokullarda, sonra Kuleli Askeri Lisesi’nde lise eğitimini tamamlıyor.1935 yılında piyade subayı olarak doğu ve orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerinde görev yapıyor. Ordudaki hizmeti 15 yılı doldurunca ön yüzbaşı rütbesiyle 1950’de askerlikten ayrılmaya karar veriyor. 1952-1960 yılları arasında iş müfettişi olarak İstanbul’da çalışmaya başlıyor. Buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray’da kitabevini açtıyor ve başlıyor böylelikle bizle buluşması... 1970 yılında da kendini şiire veriyor...


"allah olmasaydı onu ben bulurdum"

"oturabilir miyim dedi genç,yarısını gülümsedi kız,yarısını oturdular."
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA...

7 Ekim 2008 Salı

Alışmak kelimesinin en ağır hali bu şüphesiz ; Alışamamak...(!)(!)


Bu aralar sorguların en büyüğünü yaşıyorum.

Yaşadıklarımdan biliyorum ki hayatta ölümden başka her şeye çare bulunuyor. Yaşam bu anlamda sırasıyla çıkarıyor karşına çareleri , sabırlı olmayı, olmak gerekliliğini öğreniyorsun. Bunu da acımadan öğretiyor sana. Ama yaşama ölüm haberi düştüğünde, yapılacak pek bir şey kalmıyor. Belki de tek şey, anıları taze tutmaktan geçiyor.

Ya sırasız yaşanan ölümler? Nasıl yaşanır, nasıl bir yürek acısı yaşatır bunu yaşamış olana kişiye... Düşüncesi bile çok ağır işte bunun!!!

Her şekilde birini kaybetmek, yokluğuna alışmak zor (!). Alışmak kelimesinin en ağır hali bu şüphesiz ; Alışamamak...(!)(!)

Yıllar sonra ölümle ilgili bu acı duyguları bana yaşatan şey, şüphesiz hepimizn yaşadığı şehitlerimizin acı kayıpları.... Kurşunlar beni, bizi sıyırdı(!)(!) Ama onları sıyıramadı; bu kez de olmadı. Aileler bu kez teskere haberi alamadılar. Aldıkları haberler kulaklarını bir ömür sağır etti...

Onların yaşadıkları yürek acısı tarifsiz, düşündükleri tarifsiz, zaten bu acı da sevgilerini tarifsiz kılmıyor mu? Bunu en açık hali ile ben görüyorum, biz görüyoruz değil mi?.... paylaşıyoruz...(!)

Allahtan rahmet diliyorum tüm şehitlerimize; bu son zamanlarda askerlerimize sıkılan kurşunların beni sıyırıyor olması, bizi sıyırıyor olması, maalesef gerçekleri sıyıramıyor olması beni derinden yaralıyor...

Ailelerine baş sağlığı diliyorum. Allah rahmet eylesin(!)

4 Ekim 2008 Cumartesi

Ayasofya ile konuşmak









ayasofya su gibi; berrak ve ışıl ışıl
ayasofya okyanus gibi; derin ve gizemli.
ayasofya terazi kadar dengeli ve anlayışlı; yıllardır iki dini kucaklamış...
ayasofya ışıklı gölge oyunlarıyla mavi renk; muazzam yükseklikteki tavanı ile göğe doğru uzanmış ve gökyüzü rengini almış...
ayasofya çok asil; kıskanılcak kadar şaşalı yapılması istenmiş, özel olsun, tek olsun...
ayasofya arkadaş gibi; baktığın her köşesinde senle konuşuyor.
ayasofya sevgi dolu; bu kadar yıl ayakta kalmak sevgiye dayanır ve ayasofya kucak açmış dünyanın binbir yerinden gelen misafirlerine...
ayasofya duyduklarından, okuduklarından çok farklı,
ayasofya kitap gibi çıkıyor karşına, dolu dolu tarihi, yılların yaşanmışlığı ile seni karşılıyor ve başlıyor anlatmaya...

bu yazı, ayasofya için yazmak istediğim yazının sadece başlangıcı.... devamını da yazıcam; bakalım nasıl olucak...

2 Ekim 2008 Perşembe

Hani-1993

kendi olarak sana gelen;






sana gereksinimi olmadan,
seni isteyen
sensiz de olabilecekken,
senin ile olmayı seçen
kendi olmasını,
seninle olmaya bağlayan
o, işte...
Oruç Aruoba...
kac dolanısta ulasır sarmasık cicek acacagı yere?"

1 Ekim 2008 Çarşamba

Şeker Gibi Bir Bayram; Bu Yıl

Bu Bayram'a özel birşeyler yazmak için biraz geciktim. Daha erken yazmalıydım ama bu bayram tahminimden daha yoğun geçti... Nedendir bilenmez diyeceğim, belki de zamanın getirdiği şey; büyüdüm:-)


İşte teyzeyim, ve halayım...

Ben bu bayram hala olma duygusu ile tanıştım. Dünya şekeri bir yeğenim var; Ömer Ekrem... Halam'ın torunu. O'nun o sevimli halini fotoğrafla fırsatını bu bayram başka birşeye değişemedim. Normal şartlarda şehir dışında oldukları için görüşme şansımız olamadı maalesef. Akrabalık duygularını bir kenara bırakırsak herkes için çok samimi ve sevecen bir çocuk olduğu kesin. Kucak dolsu sevgiler...


Adettendir bayramda çocuklar ziyarete gelir. Onlar için hazılrık yapılır, çoğunlukla sizden istedikleri şey paradır şüphesiz ama bayram boyunca kapımız çocuklar tarafından hiç çalınmadı. En çok buna şaşırdım. Nerde bu çocuklar??? Yoksa ben bilmeden adetlerimiz mi değişti, kapımız bu yüzden mi çalmadı bir kez bile olsun....(?)



Her dönem bayramları önemsedim... Çocukluğumda daha bir başka olmuştu, en sevdiğim şey herkes bır arada, sohbetler ve sevgı dolu kucaklasmaların olmasıydı... Sonra büyüdük iş hayatına devam ettık... Bayramların anlamı daha bır arttı benim gözümde... Buna en onemlı neden de paylasım ve sonrasında size sunulan sonsuz sevgi... Çocukluğumdan hatırlarım kırmızı rugan ayakkabılarım vardı ve onlarla uyanırdım bayram sabahına... Hoş anılar bunlar...


Şimdi tatil planları yapmak yerine, büyüklerimi ziyaret planları ile değerlendırmeye cabalıyorum suphesız... Çünkü değeri bu(!) Ziyaretim sırasında kapı açıldığındaki o gördüğüm sevınç dolu yüz ifadesi herhalde tatil ortamında bulacağım huzura denk gelmeyecektır... Ve biliyorum ki bizler de sıramız geldığinde de kapıya gozumuz takılır olarak bayramları bekleyeceğiz....


Hepimizin bayramı kutlu olsun, seker gibi bayramlarımız olsun hep .... sağlık ve huzur ile...


Sevgiler...

30 Eylül 2008 Salı

MEVLANA

"Herşey düşüncededir, gerisi kemik ve kıldan ibaret"

Mevlana'nın doğumunun 801. yılı bugün! Filazof, büyük düşünür... Ne zaman çıkmazlarda olsam bana bir sözü ile yol göstermiştir. Dünyaya bakışı ile bu kadar zaman sonra bile hala yol göstericidir. Mevlana'yı anlamak için manevi duygularla cevap bulmak gerek.

Mevlana’nın asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. "Mevlana" adı kendisine sonradan verilmiş, aynı şekilde "Rumi" adı da kendisine sonradan verilmiştir. Efendi anlamına gelen Mevlana adı, O'na daha onsekizinci yaşında verilmiş. Rumi adı da Anadolu anlamına gelir. Mevlana’nın, Rumi diye tanınması, geçmiş yüzyıllarda Diyar-ı Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya’da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.

Mevlana’nın doğum yeri, bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk Kültür merkezi Belh’tir. 30 Eylül 1207 (6 Rebiu’l-evvel, 604) tarihinde doğmuştur.

Mevlana Karaman’da bulundukları 1225 tarihinde, babasının buyruğu ile itibarlı, asil bir kişi olan Semerkantlı Hoca Şerafeddin Lala’nın, huyu güzel, yüzü güzel kızı Gevher Banu ile evlendiği anlatır tarih kitapları. Mevlana evlendiğinde henüz onsekiz yaşındadır.

Mevlana’nın, Konya’ya Yerleşmeleriyle İlgili Yorumu: “En iyi ülke Anadolu ülkesidir; fakat bu ülkenin insanları mülk sahibi Allah’ın aşk aleminden ve deruni zevkten çok habersizlerdir. Sebeplerin hakiki yaratıcısı Allah, hoş bir lutufta bulundu, sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Anadolu vilayetine çekip getirdi. "

"İnsan, varlıklar içinde Allah'ın bütün sıfatlarına mazhar olan yegane varlıktır."

"İnsan konuşan bir hayvandır, derler. Şu halde o, iki şeyden müteşekkildir. Bu dünyada onun hayvanlık tarafının gıdası, bu şehvet verici şeyler ve arzulardır. Özünün, yani insanlık tarafının gıdası ise bilgi, hikmet ve Allah'ın cemalidir. İnsanın hayvanlık tarafı Hak'tan, insanlık tarafı ise dünyadan kaçmaktadır. "

"İnsanda o kadar büyük bir aşk, hırs, arzu ve üzüntü vardır ki yüzbinlerce alem kendisinin olsa yine huzur bulamaz. Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven basamakları oturup kalmak için elverişli değildir; üzerine basıp geçmek için yapılmıştır. Uzun yolu kısaltmak, ömrü bu merdiven basamaklarında heder etmemek için çabuk uyanan ve durumu bilen insana ne mutlu!"

"Aslolan sevmektir. İnsan kendisinde bu hissi duyunca, onu arttırmak için çalışmalıdır."

"bir mum diger bir mumu tutusturmakla isigindan bir sey kaybetmez"

"Kardeşim sen düşünceden ibaretsin, geriye kalan et ve kemiksin. gül düşünürsün gülistan olursun, diken düşünürsün dikenli olursun..."

"Acaba kendi yuzumu nasil gorebilirim? ben ne renkteyim? gunduz gibi miyim, yoksa gece gibi mi? kendi ruhumun naksini, resmini, bir hayli zamandir aradim, durdum. fakat, o naksi, o resmi hic kimsede goremedim.sonunda kendi kendime dedim ki, ayna ne icindir? ayna neye yarar? insan kendini gorsun, bilsin diye icat edilmemis midir? demiri cilalayarak yaptiklari aynalar, gorunen yuzleri gormek icindir. ama can yuzunu gosteren aynanin degeri ise cok pahalidir. bizim can aynamiz ise ancak sevgilimizin yüzüdür."

Dilerim ki Mevlana'nın yaşama bakışı ve hoşgörüsü her daim bizimle yaşasın ve yaşatılsın. Şuanki dönemde en çok ihtiyacımız olan şey şüphesiz hoşgörü ve paylaşım...


"Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."

Mevlana'dan Özlü Sözler


. Aşk, davaya benzer, cefa çekmek de şahide: Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki..

· Sen diri oldukça ölü yıkayıcı seni yıkar mı hiç?

· İsa'nın eşeğinden şeker esirgenmez ama eşek yaratılışı bakımından otu beğenir.

· Dert, insanı yokluğa götüren rahvan attır.

· Ehil olmayanlara sabretmek ehil olanları parlatır.

· Leş, bize göre rezildir ama, domuza, köpeğe şekerdir,helvadır.

· Kuzgun, bağda kuzgunca bağırır. Ama bülbül, kuzgun bağırıyor diye güzelim sesini keser mi hiç?

· Pisler, pisliklerini yapar ama sular da temizlemeye çalışır.

· Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür. Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.

· Nasıl olur da deniz, köpeğin ağzından pislenir, nasıl olur da güneş üflemekle söner?

· Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar

· Tövbe bineği, şaşılacak bir binektir. Bir solukta aşağılık dünyadan göğe sıçrayıverir.

· O beden testisi ab-ı hayatla dopdolu, bu beden testisi ise ölüm zehiri ile. İçindekine bakarsan padişahsın, kabına bakarsan yolu yitirdin.

· Genişlik, sabırdan doğar.

· Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.

· Kim daha güzelse kıskançlığı daha fazla olur. Kıskançlık ateşten meydana gelir.

· Dünya tuzaktır. Yemi de istek. İstek tuzaklarından kaçının.

· Irmak suyunu tümden içmenin imkanı yok ama susuzluğu giderecek kadar içmemenin de imkanı yok.

· Gürzü kendine vur. Benliğini, varlığımı kır gitsin. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer.

· Ey altın sırmalarla süslü elbiseler giymeye, kemer takmaya alışmış kişi. Sonunda sana da dikişsiz elbiseyi giydirecekler.

· Eşeğe, katır boncuğuyla inci birdir. Zaten o eşek, inciyle denizin varlığından da şüphe eder.

· Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.

· Oruç tutmak güçtür, çetindir ama Allah'ın kulu kendisinden uzaklaştırmasından, bir derde uğratmasından daha iyidir.

· Ayın, geceye sabretmesi, onu apaydın eder. Gülün, dikene sabretmesi, güle güzel bir koku verir. Arslanın, sabredip pislik içinde beklemesi, onu deve yavrusu ile doyurur.

· Zahidin kıblesi, lütuf, kerem sahibi Allah'tır. Tamahkarın kıblesi ise altın torbası.

. Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur..

· Sarhoş, cinayeti yapar da sonra "özrüm vardı, kendimde değildim"der. Kendinde olmayış,kendiliğinden gelmedi sana,onu sen çağırdın.

· İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir. İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır.

· Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz. Suyu başına döksen, başı kırılmaz. Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan, toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.

· Yoldaki bir tepecik seni bunaltmış,oysa önünde yüzlerce dağ var

· Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır.

· Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak,başka yere koymak.

· Hiçbir kafire hor gözle bakmayın. Müslüman olarak ölmesi umulur çünkü.

· Şu deredeki su,kaç kere değişti,yıldızların akisleri hep yerinde.

· Yol kesenler olmadıkça, lanetlenmiş şeytan bulunmadıkça,sabırlılar ,gerçek erler,yoksulları doyuranlar nasıl belirir,anlaşılır?

· Oyun ,görünüşte akla uymaz ama çocuk oyunla akıllanır.

· Anlayış,edep şehirlilerdedir. Ziyafet,garip konaklamak da köylülerde.

· Resimler ister haberleri olsun,ister olmasın,hepsi de ressamın elindedir,o elden çıkar.

· Alışsan güvercin sallanan kamıştan kaçar mı hiç? O kamıştan göklere uçan yere alışmamış olan güvercin ürker,kaçar.

· Mal, sadakalar vermekle hiç eksilmez. Hayırlarda bulunmak,malı yitmekten korur.

· Çalınmış kumaş,devamlı kalmaz insanda. Hırsızı da darağacına götürür.

· Ağlayışın,feryat edişin bir sesi,sureti vardır. Zararınsa sureti yoktur. Zararda insan elini dişler ama zararın eli yoktur.

· Her korkuda binlerce eminlik vardır, göz karasında onca aydınlık mevcut.

· Şarap kadehtedir ama kadehten meydana gelmemiştir ki. Ağzını,şarabı verene aç.

· Ekme günü gizlemek toprağa tohumu saçmak günüdür. Devşirme günüyse tohumun bittiği gündür,karşılığını bulma günüdür.

· Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir. Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.

· Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?

· Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?

· Meyve ekşi bile olsa, olmadıkça ona ham derler

· Çayırlıktan, çimenlikten esip gelen yel, külhandan gelen yelden ayırt edilir.

· Dünya malı, bedene tapanlara helaldir.

· Gerçek kokusuyla, ahmağı kandıran yalan sözün kokusu, miskle sarımsak kokusu gibi, söz söyleyenin soluğundan anlaşılır.

· Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.

· Ahlaksızların bağırışıyla, yürekli yiğitlerin naraları, tilkiyle arslanın sesi gibi meydandadır.

· Kötü nefis, yırtıcı kuştur.

· Hırsın yemdir, cehennemse tuzak.

· Doğan, avdan av getirir, fakat kendi kanadıyla uçar da avlanır. Padişah da bu yüzden onu keklikle, çil kuşuyla besler.

· Dil, tencerenin kapağına benzer. Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın.

· Yemekle dolu karın, şeytanın pazarıdır.

· Sözle anlatılan şey, yalan bile olsa, kokusu, gerçek olduğunu da haber verir, yalan olduğunu da.

· Canım bedenimde oldukça, kulum, köleyim, seçilmiş Muhammet'in yolunun toprağıyım. Birisi sözlerimden bundan başka söz naklederse, o kişiden de bezmişim ben, o sözden de.

· Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir. Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir. Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir.

· Mumundur karanlık veren sana. Anlatırdım bunu ama, gönlünün beli kırılıverir. Gönül şişesini kırarsan artık, yaşamak fayda vermez.

· Rüşvet alan para pul padişahı değiliz. Paramparça olmuş gönül hırkalarını diker, yamarız biz.

· Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de.

· İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir. Görememek ayıbı, göstermemek kusuru, uğursuz nefsin parmağına ait işte.

· İnsan, gözden ibarettir aslında, geri kalan cesettir. Göz ise ancak dostu görene denir.

· A kardeş, keskin kılıcın üzerine atılmadasın, tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme.

· Bir gömlek derdine düşeceksin ama belki o gömlek kefen olacaktır sana.

· Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.

· Saman çöpü gibi her yelden titrersin. Dağ bile olsan, bir saman çöpüne değmezsin.

· O dağa bir kuş kondu, sonra da uçup gitti. Bak da gör, o dağda ne bir fazlalık var ne bir eksilme. · Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra

· Gördün ya beni gamdan başka kimse hatırlamıyor, gama binlerce defa aferin.

· Nefsin, üzüm ve hurma gibi tatlı şeylerin sarhoşu oldukça, ruhunun üzüm salkımını görebilir misin ki?

· Ağzını kapa ve altın dolu avucunu aç. Ceset cimriliğini bırak da cömertliği seç.

· İnanmışsan, tatlı bir hale gelmişsen, ölüm de inanmıştır, tatlılaşmıştır. Kafirsen, acılaşmışsan, ölüm de kafirleşir, acılaşır sana.

· Doğruluk, Musa'nın asası gibidir. Eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca, bütün eğrilikleri yutar.

· Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek Allah'ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir.

· Sıkıntı ve huzursuzluk mutlaka bir günahın cezası, huzur ise bir ibadetin karşılığıdır.

· Üzerinde pek çok meyveler bulunan bir dalı, meyvalar aşağı doğru çeker. Meyvasız bir dalın ucu ise, servi ağacı gibi havada olur.

· Topluluk bizim yanımıza geliyor. Susacak olsak, incinirler. Bir şey söyleyecek olsak, onlara göre söylemek lazım geldiğinden o zaman da biz inciniriz

· Ümit, güvenlik yolunun başıdır.

· Kuş seslerini öğrenen kimse, kuş olmadığı gibi aynı zamanda kuşların düşmanı ve avcısıdır.

· Dert, insana yol gösterir.

· İman, namazdan daha iyidir. Çünkü namaz beş vakitte, iman ise her zaman farzdır.

· İki canlı kuşu birbirine bağlasan, dört kanatlı oldukları halde uçamazlar, çünkü ikilik mevcuttur. · Sokak köpeğine ister altın, ister yünden tasma tak, yine sokak köpeği olmaktan kurtulamaz.

· Cübbe ve sarık ile alimlik olmaz. Alimlik, insanın zatında bulunan bir hünerdir.

· Değil mi ki gönül mutfağında yemekler tabak tabak, peki ne diye aşağılık kişilerin mutfağına kase tutacakmışım?

· Hangi tohum yere ekildi de bitmedi, ne diye insan tohumunda böyle bir şüpheye düşüyorsun?

· Testi taştan korkar ama o taş çeşme oldu mu, testiler her an ona gelmeye can atar.

· Sus artık yeter! Sır perdelerini pek o kadar yırtma. Çünkü bize, kırıkları sarıp onarmak, sırları örtmek yaraşır.

· Altın aramıyorum, altın olmaya yeteneği olan bakır nerede?

· Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren mum ve petek değildir. Arı biziz. Şekil sadece bizim imal ettiğimiz mumdur

· Dünya köpüktür. Tanrı sıfatlarıysa denize benzer. Fakat şu cihan köpüğü, denizin arılığına, duruluğuna perdedir.

· Sözün içini elde etmek için harf kabuğunu yar. Saçlar da sevgilinin yüzünü, gözünü örter.

· Burnuna sarımsak tıkamışsın, gül kokusu arıyorsun.

· Biz, tulumla, küple, testilerle tatmin olmayız. Bizi çekip ırmağınıza götürün.

· Dünyaya demir atmış Karun'u, yer çekti, yuttu. Ulular ulusu İsa'yı gökyüzü çekti, yüceltti.

· Ekmek, beden hapishanesinin mimarıdır.

· Gübre olup bostanın gönlüne giren pislik, yok olur gider de pislikten kurtulur, kavunun, karpuzun lezzetini arttırır.

· Avlanmak istedik mi uçup gittiğimiz yer Kafdağı'dır. Akbaba gibi leş avlamayız biz.

· Bir köpeğin önüne bir çuval şeker koysan bile, onun gönlü yine leş peşindedir. Şekerden ne anlar o?

· Allah ile birleşmek demek, senin varlığının O'nunla birleşmesi demek değildir. Senin yok olmandır.

· Küfürle iman, yumurtanın akıyla sarısına benzer. Onları ayıran bir berzah var, birbirine karışmazlar.

· Köpekler gibi kızmayı bırak, arslanların gazabına bak. Arslanların gazabını görünce de var, bir yaşına girmiş koyun gibi yavaş ol.

· Din evinde haset faresi bir delik açar ama kedinin bir miyavlaması ile ürker kaçar.

· Kadınlar, aklı olanlara, gönül sahiplerine pek üstün olurlar. Cahillere gelince, onlar, kadına üstündür. Çünkü tabiatlarında hayvanlık vardır. Sevgi ve acımak, insanlık vasıflarıdır. Hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasıfları.

· Mümin bir kopuza benzer. Madem ki inanan kişi feryat edip ağlamada kopuzdur, kopuz kendisine mızrap vuran olmadıkça feryat etmez.

· Madem ki, akıl babandır beden de anan, oğulsan babanın yüzüne bak.

· Yeryüzü ile dağda aşk olsaydı, gönüllerinde bir ot bile bitmezdi.

· Kuş, kafeste kaldıkça başkasının buyruğu altındadır. Kafes kırıldı da kuş uçtu mu, nerede ona geçecek buyruklar?

· Bal çanağının ağzı kapalı. Sen ise, üstünü, yanını yalayıp duruyorsun. Çanağı yere çal,

· İnsana bütün korku içinden gelir fakat insanın aklı daima dışarıdadır.

· Dil, anlamlara bir oluktur adeta, fakat nereden sığacak oluğa deniz?

· O kadar çok koşmayın, o kadar yorulmayın, şu yerin altında çırak ne olmuşsa usta da o olmuştur.

· Bir lağımın pis kokusunu koklamak, ruhu kokuşmuş zenginlerle sohbetten yüz misli iyidir.

· Sen, yeni bir çocuk doğurmadıkça, kan tatlı süt haline gelmez.

· Hırsızlara, kötülere, alçaklara acımak, zayıfları kırıp geçirmektir.

· Aşk, davaya benzer. Cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki.

· Tohum yerde gizlenir de, o gizlenmesi bağın, bahçenin yeşermesine sebep olur.

· Yazı yazılırken eli görmeyen kişi, yazı kalemin oynamasıyla yazılıyor sanır.

· Gül solup, gül bahçesi harap olduktan sonra gülün kokusunu nereden duyabiliriz? Gülsuyundan!

· Firavun, yüzbinlerce çocuk öldürttü, aradığıysa evinin içindeydi.

· Geminin içindeki su, gemiyi batırır. Geminin altındaki suysa, gemiye arka olur.

· Aynanın berraklığını yüzüne karşı söylersen, ayna hemen buğulanır, seni göstermez olur.

· Eşek, suyun kadrini bilseydi, ayak yerine baş koyardı ırmağa.

· Aklın deveciye benzer, sense devesin. Aklın seni ram eder, ister istemez dilediği yere çeker götürür.

· Eğer parça buçukta bütünle beraberdir, ondan ayrılmaz diyorsan, diken ye, diken de gülle beraberdir.

· Gümüşün dışı aktır, berraktır ama onun yüzünden el de kararır, elbise de.

· Ateşin kıvılcımlarıyla al al bir yüzü vardır. Ama yaptığı kötü işe bak, karanlığı seyret.

· Yoksul, cömertliğin aynasıdır.

· Peygamberler insanları Allah'a ulaştırmak için gelmişlerdir. İnsanların hepsi bir bedense, kulla Allah birleşmişse kimi kime ulaştıracaklar?

· Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Düşünenlerin düşündürdükleri... ,

· Sabır, genişliğin anahtarıdır.

· Gündüz gibi ışıyıp durmayı istiyorsan, geceye benzeyen varlığını yaka dur.

· Ana karnındaki çocuğa doğmak, dünyadan göçmektir

· Somuna benzer bir şey düzsen, emdin mi, şeker gelir ondan, ekmek tadı değil.

· Terazide arpa altınla yoldaş olur ama bu, arpanın da altın gibi değerli olmasından değildir.

· Koruktaki su ekşidir ama koruk üzüm olunca tatlılaşır, güzelleşir. Derken küpte yine acır, haram olur fakat sirke olunca ne güzel katıktır.

· Ay, yıldızlardan utanır ama yine de cömertliği yüzünden yıldızların arasında bulunur.

· İnanan, inananın aynasıdır.

· Sen şekillerde kalırsan puta tapıyorsun demektir. Her şeyin şeklini bırak, manasına bak

· Rengi kara bile olsa, bir kişi seninle aynı maksadı güdüyorsa, ona ak de, senin rengindedir.

· Hacca gideceksen, bir hac yoldaşı ara. İster Hint'li olsun, ister Türk, ister Arap. Şekline, rengine bakma, maksadı ne, ona bak.

· Yokluk, varlığın aynasıdır.

· Arslanın boynunda zincir bile olsa, bütün zincir yapanlara beydir arslan.

· Zıddı meydana çıkaran, onun zıddı olan şeydir. Bal, sirkeyle belirir.

· Kasırga pek çok ağaçlar yıkar fakat yeşermiş bir ota ihsanlarda bulunur.

· Dostların ziyaretine eli boş gelmek, değirmene buğdaysız gitmektir.

· Herkes güneşi görebilseydi, güneşin ışıklarına delalet eden yıldızlara ne ihtiyaç vardı?

· Hiç köpeğin havlaması, ayın kulağına değer mi?

· Huzurunda bulunmayanlara bile böyle elbiseler, böyle yiyecekler verirse, kim bilir konuğun önüne ne nimetler koyar.

· Hıristiyanların bilgisizliğine bak ki, asılmış Tanrı'dan medet umuyorlar.

· Resim, ressama, beni kusurlu yaptın diye söz mü söyleyebilir?

· İnsanoğlu, dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısının perdesidir. Yel, perdeyi kaldırdı mı ne var, belirir bize.

· Sen de sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede, Musa'nın eli nerede

· Akıllı birisinden gelen cefa, bilgisizlerin vefasından iyidir.

· Kara odun ateşe eş oldu mu, karalığı gider, tümden ışık kesilir.

· Bağış, kine merhemdir.

· Tahta içinde yaşayan kurt, o tahtanın fidan olduğu vakit ki halini bilir mi hiç?

· Madem ki hırsızsın, bari o güzelim inciyi çal, madem ki gebe kalıyorsun, bari yüce bir çocuğa gebe kal.

· Korukla üzüm birbirine zıttır ama, koruk olgunlaştı mı güzel bir dost olur.

· Tanrı yüzünü çirkin yaratmışsa, kendine gel de, hem çirkin yüzlü hem çirkin huylu olma bari.

· Aynada bir şekil görürsün hani, senin şeklindir o, aynanın değil.

· Satrançta piyon yola çıkar da, sonunda yüce vezir olur.

· Kibir kokusu, hırs kokusu, tamah kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.

· Sonsuzun iki yanı da yoktur, ortası nasıl olabilir?

· Dosttan, yakınlardan gelen bir cefa, düşmanın üçyüzbin cefasına bedeldir.

. Bal yiyen arısından gocunmaz..

· Güneşin ışığı pisliğe vursa bile pislenmez, ışıktır o.

· Başın ırmağın suyuna daldı mı, suyun rengini nasıl görebilirsin?

· Davud'un elinde mum oluyor, senin elindeyse mum, demire dönüyor.

· Sabır, insanı maksadına en tez ulaştıran kılavuzdur.

· Yılan yumurtası da serçe yumurtasına benzer ama aralarında ne kadar fark var.

· Bilginin, iki kanadı vardır, şüphenin tek.

· İkiyüz batman bala, bir okka sirke döksen, balın içinde erir, gider. Balı tattın mı sirkenin tadını bulamazsın fakat tartarsan bir okka fazla gelir. Demek ki sirke, hem yok olmuştur, hem vardır.

· Bir kuyudan her gün toprak çeker, her gün orayı kazar, eşersen, sonunda arı duru suya ulaşırsın.

· Denizden bile yerine su koymadan devamlı su alsan, bu işin denizleri çöle çevirir.

· Sen, yerdeki yeşillik gibisin, ayağın bağlı. Bir yel esti mi, tam inanca ulaşmadan başını sallarsın.

· Oltandaki et lokması, balık avlamak içindir. Öyle lokma ne bağıştır ne cömertlik.

· Sözün eğri olsa da, anlamı doğru bulunsa, sözdeki o eğrilik, Tanrı'ya makbuldür.

· İçen akıllıysa, aklının parlaklığı daha da artar, fakat kötü huyluysa daha beter olur. Ama halkın çoğu kötü olduğundan, beğenilmez huylara sahip bulunduğundan, içki herkese haram edilmiştir.

· Eşeğin ardını öpmekte bir tat, tuz yoktur. Faydasız yere, sakalını, bıyığını kokutur.

· Pirlik, saçın sakalın ağarması ile elde edilmez. İblisten daha ihtiyar kim var?

· Tavus kuşu gibi sadece kanadını görme, ayağını da gör.

· Pirenin ısırışından meydana gelen yanış, seni yılan soktu mu yok olur gider.

· Öküz, ansızın Bağdat'a gelir, şehri bir baştan öte gezip, dolaşır. Bütün o zevki, hoşluğu, tadı, tuzu görmez de göre göre karpuz kabuğunu görür.

· Hani bir hayvan vardır, porsuktur adı. Dayak yedikçe semirir, büyür, köteği yedikçe daha iyileşir, sopa vuruldukça semirir, insan da gerçekte porsuktur, çünkü o da dert, mihnet sopasıyla büyür, semizleşir.

· Uçan kuş, yeryüzünde kalsa tasalanır, derde düşse ağlayıp inlemeye koyulur. Fakat ev kuşu, kümes hayvanı, yeryüzünde sevinçle yürür, yem toplar, neşeyle koşar durur.

· Ölülerle savaşıp gazilik elde edilmez.

· Hoş, güzel ömür, yakınlık aleminde can beslemektir. Kuzgunun ömrü ise fışkı yemeye yarar.

· Kin, sapıklığın da aslıdır, kafirliğin de.

· Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker.

· İnciyi sedefin içinde ara, hüneri de sanat ehlinden iste.

· İnsan bir ağaca benzer, kökü, ahdinde durmaktır.

· Susmakla canın özü, yüzlerce gelişmeye ulaşır. Ama söz, dile geldi mi, öz harcanır.

· Hiç ay, yeryüzünde ev sahibi olur mu?

· Hırs, çirkinlikleri bile güzel gösterir.

· Padişahın adamlarından biri, zindanın burcunu yıksa, zindancının gönlü bu yüzden kırılır mı hiç? · Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan, gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra güzelim akıl, fikir, ayırt ediş varlığına geldin.

· Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur.

· Demirciliği bilmiyorsan, demirci ocağından geçerken sakalın da yanar, saçın da.

· Taş, taşlıktan çıkıp yok olmadıkça, mücevher olup yüzüğe takılır mı hiç?

· Padişah, töhmet altına alınanı Karun'a çevirir. Artık suçsuzu ne hale kor, onu sen düşün.

· Eğri ayağın gölgesi de eğridir.

· Tam inanç aynası kesilen kişi, kendini görse bile, Tanrı'yı görmüş olur.

· Bilgiye ulaştı mı ayak, kanat olur.

· Göz olgunlaştı mı, temeli, özü görür. Ama kişi şaşı oldu mu parça buçuğu görür ancak.

8 Mart

Kadın Üzerine – Nazım Hikmet Kimi der ki kadın, uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zil...