29 Aralık 2009 Salı

Cafer, bezi hazırla...


Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe...
çok fena sobelendim...

Çok zor bir gündü, gün bitti ancak yarın doğacak günün zorluğu bugünden kendini belli etti...

yüz bin saat mesai yapmayı kabul etsem bile kendime, normale dönüş zor olacak...
Cafer bez getir...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Köprüden önce son çıkış!


Köprüden önce son çıkış;
Ne zaman bu cümleyi okusam, biran irkilir, sonra da telaş duygusu ile karşı karşıya kalıyorum... Doğru yolda olduğumdan emin olsam bile, bu cümleyi okuduktan sonra ikilem içerisine düşmemek mümkün olmuyor.
İlk aklıma düşen; seçeneğim doğru olsa bile, tekrar üzerinde düşünmek...

Örneğin; aracın ile köprüye yaklaşmaktasın, nereye gideceğini biliyorsun ve o an sorun yok.
Aslında ne kadar kendinden emin olsan da, karşına çıkan beklenmedik olaylar sana bu ikilemi yaşatabilir. Bu da senin bu durumda neye sahip olduğunla alakalı... Ya da bu duruma ne kadar hakim olup, ne kadar istekli olduğunu gösterir... Çünkü sahip olduğun şeyin her zaman bir riskinin olduğunun farkında değilsindir. Durup düşündüğünde ancak fark edersin, farklı bir seçenekde ödeyeceğin bir bedel olduğunu fark edersin...

İktisat da hep marjinal açıklamalar vardır. Belki de "marjinal ikame oranı" bu konuyu en kolayından açıklar bize; kişi X ve Y gibi iki farklı duygu yaşasın, farklı bileşimlerini görsün, Y duygusunda yaşadığı tatmin seviyesini sürekli kılmak isteyip, ancak X duygusundan bir birim daha fazla mutluluk talep etsin ve bu durumda Y duygusundan bir birim mutluluktan vazgeçsin, bu iki duygunun toplamı da bünyesinin kaldıracağı toplam duygu yüküne eşit olsun. Marjinal ikame oranı, kişinin kayıtsızlık eğrisinin eğimine de eşitt olsun.

Bilimsel terimlerin dışında gerçek yaşamdan bu olaya bakarsak; bekarlığa veda, evliliğe merhaba ile daha anlaşılır olur...
Her ne kadar kişinin statüsü evlendiğinde değişmiş olsa da, kişi aynı kalmalı, yani bir ömür sürmesi istenilen evlilik olgusunun, bekarlığın yerine ikame etmesi ile ortaya çıkacak toplam faydanın eşit mutlulukta olması gibi.

Kayıtsızlık eğrisinin eğimine eşit olmak...

25 Aralık 2009 Cuma

The man with the beautiful eyes


Çocukluğumuzda bütün pancurları her zaman... kapalı tuhaf bir ev vardı ve hiç ses çıkmazdı o evden bahçesini sarmaşık sarmıştı severdik sarmaşıkla oynamayı Tarzan olduğumuzu hayal ederdik (her ne kadar Jane olmasa da) bir de balık havuzu vardı büyük bir havuz ömrünüzde görebileceğiniz en iri kırmızı balıklar yüzerdi o havuzda ve insana alışıktı balıklar suyun üstüne çıkıp elimizden ekmek yerlerdi ebeveynlerimiz bizi uyarmışlardı 'o evin önünden bile geçmeyin' biz de giderdik tabii ki o evde birinin yaşayıp yaşamadığını merak ederdik haftalar geçtiği halde kimseyi görememiştik... sonra bir gün bir ses geldi evden 'ALLAH'IN CEZASI KADIN' erkek sesiydi sonra ön kapı açıldı ve bir adam çıktı evden. sağ elinde bir şişe viski. otuz yaşlarındaydı ağzında puro vardı ve sakalı... uzamıştı saçı karmakarışıktı yalın ayaktı üstünde atleti ile pantolonu vardı ama gözleri parlaktı. pırıl pırıl parlıyorlardı ve bize bakıp 'küçük beyler eğleniyorsunuzdur umarım? ' dedi sonra küçük bir kahkaha atıp içeri girdi. biz ayrıldık. bizim evin bahçesine gidip gördüklerimizi düşündük. ebeveynlerimizin bizi o evden böyle harikulade gözleri olan güçlü ve doğal bir adamı görmemizi istemedikleri için uzak tutmaya çalıştıklarına karar verdik. ebeveynlerimiz öyle olmadıkları için utanıyorlardı bu yüzden istemiyorlardı o eve gitmemizi.... ama o eve sarmaşığa ve insandan korkmayan kırmızı balıklara yine gittik. haftalar boyunca bir çok kez. ama o adamı bir daha ne duyduk ne de gördük. pancurlar her zaman olduğu gibi kapalıydı ve evden çıt çıkmıyordu. sonra bir gün okuldan dönerken evin önünden geçtik. yanmıştı hiçbir şey kalmamıştı. dumanı tüten karar demirler sadece, havuza baktık... ama su yoktu içinde ve şişman kırmızı balıklar ölüydüler havuzda, kuruyorlardı bizim bahçeye gidip konuştuk ve evi ebeveynlerimizin yaktığına karar verdik onları ve balıkları öldürmüşlerdi çünkü herşey çok güzeldi, sarmaşıktan bile eser kalmamıştı. korkmuşlardı harikulade gözlü adamdan. ve... biz de hayatımız boyunca başımıza böyle birşeyler geleceğinden, o adam gibi güçlü ve harikulade insanları yaşatmayacaklarından ve bir çok insanın bu yüzden öldürüleceğinden endişe ettik. charles bukowski

İnsan kendini çok derin tahlil etmemeli, yoksa hiçbir şey yapmaz, yaşam durur; Bir kaya parçasının üstünde hiç kımıldamadan oturan bilgelere döneriz; Bu da ne kadar bilgecedir bilemiyorum; Aşikar olanı silerler ama bir şey sildirir onlara; Tek bir sineğin kendisiyle düzleşmesi gibidirler bir anlamda; Kaçış yok, etki yok, etkisizlik yok; Kendimizi zarar hanesine yazmaktan başka çare yok; Oynayabileceğimiz bir hamlemiz kalmamış; Mat olmuşuz; Bukowski

www.boreme.com/boreme/funny-2008/charles-bukowski-poem-p1.php?emf=sk

21 Aralık 2009 Pazartesi

Ara-lık

Hangi aralıkda 2009 sona erdi de, 2010'a merhaba demeye hazırlanıyoruz!
Yaşam bir kitap ise sayfaların sayısı gittikçe artmakta benim için... Hangi ara-lıkda okudum da çevrildi bu sayfalar, önemli olanların altını çizmişim besbelli, gelecek için bana bilgi kaynağı olacaklar.
Ara ara küstüm de ben, ara ara sevindim de. Hangi ara-da geçti bu zaman demiyeceğim aslında... Bir yılı devirmeye hazırlanmak ve bunun farkına varmak için de yılın son ayı ara-lık'da bunu dile getirmeyeceğim...
Çok sıkıştığımda ara-lardan kaçıverdim, kendime yol bulmaya çalıştım, ve yolum 2009 yılının ara-lığında...
Ara-da kalmamak, ancak ara bulucu olmak güzel. Ara-mak güzel. Ara-dan kaçmak güzel. Ara-madan durmak pek güzel değil.
2010 yılında bir ara-lık yaratıp güzel anlarınızın olması dileğiyle.

ARADA BİR

Arada bir bir yanım
Kaçsam diyor uzağa
Katsam diyor önüme
Canımı yorganımı
Arada bir bir yanım
Düşsem diyor tuzağa
Geçsem dünyanın derdini
Varsam cennetime diyor
Ama o öbür yanım var ya öbür yanım
Amman öbür yanım korkak diğer yarım
Kurtulmak kolay mı kendinden
Sıyrılmak kolay mı derdinden
Arada bir bir yanım
Yıksam diyor şu dağı
Görsem diyor ardını
Yarimi yarını mı
Arada bir bir yanım
Küstüm diyor o yana
Senden dost olur mu
Korkarsan kaybettin diyor...
Söz; Mete Özgencil.

Keyifle dinlenmeli... ( Candan Erçetin sesinden)

20 Aralık 2009 Pazar

Gerçeğinde de, filminde de iyi seyirler...


Bu hafta sonu iki harika film izledim. Biri henüz vizyona yeni girmiş bir film" Başka Dilde Aşk".
Filmin ilk başları açıkçası çok sarmadı ancak sonrasında gelişen hikaye ve anlatılmak istenenler aynen işledi ruhuma... Oyuncular da hakkını vererek oynamış ve neden Altın Portakal ödülünü alamamışlar anlamadım değil.
Özellikle de " Mert Fırat" çok çok güzel bir oyunculuk sergilemiş bu filmde. Filmi izlediğimiz sinemada ne tesadüf "Lale Mansur" da vardı. Bir an O'nun yerinde olmayı istemedim değil vallahi, yaşadığı haz duygusu herkese nasip olmayacak birşey sanırım.
Tavsiye ederim "başka dilde aşk" izlenecek bir film.

25/12 Edit; Mert Fırat ile ilgili bir kaç şey yazmak istiyorum; Mert Fırat hakkında çok birşey bilmem, ancak geçen akşam tv de bir programa konuktu, sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim. Program sunucusu da aynı şekilde öncesinde tanımıyormuş kendisini, ancak o kadar akıcı bir sohbet gerçekleşti ki, program bitmek üzereyken "nasıl biter?" sorusu soluruldu bende... Bu kadar akıcı ve daha sürmesi istenen bir program konuğu için, çok kültürlü ve anlatmak istekdiklerini çok güzel aktarıyordu ekrandan izleyiciye, çok okumuş besbelli, kendini çok beslemiş ve her cümlesinden bu yüzden bal damlıyordu. Bir o kadar da duyarlı bir insan; yaptıklarından belli... geçmişi ile geleceğine çok güzel yön vermiş bunu da anlıyorsunuz. Filmin hikayesi Mert Fırat'a ait, hikayenin senoryalaştırılmasında da çalışmış. Film tam bir gönül çalışması, herkes tüm emeğini koymuş ortaya... ve çıkan sonuç da belli ki tadından yenmiyor... Tekrar tebrikler... Yolunuz açık olsun " Başka Dilde Aşk" proje sahipleri...

Bir diğer izlediğim film ise, 2007 yapımı bir Amerikan filmi " Battle In Seattle". 1999 yılında Seattle'da yaşananları az çok anımsıyorum, ancak bu olayların bir hikayede toparlanıp, bunu izleyeciye sunmak bana göre çok kıymetli bir film yapmış. Oyuncular zaten tartışmasız...
Yaşadığımız şu dünyada kontrolden çıkan pek çok şeyin ne kadar anlamsız olduğunu, kazandıklarımızın aslında kaybettiklerimizin yanında bir hiç olduğunu. Çünkü bedellerinin çok ağır ödendiğini ve bu bedellerden aslında pek çok kişinin, en önemlisi de bilmesi gerekli kişilerin bi haber olduğunu hala göz ardı edildiği açıkça işlenmiş.
Kulaklarımızı tıkıyoruz. Artık herşey mekanik olmuş; bundan da haberimiz var elbet!
İyi seyirler....

17 Aralık 2009 Perşembe

Yön-etici/Yön-eticik



Yönetici olmak...
Yön-etici olmak.
Bu aralar nedense kelimeleri heceleyip, onları köklerine ayırıyorum. Anlamını bu sayede daha iyi algılayabiliyorum. Kelimenin kökü tam da ne demek istendiğini tek hece ile anlatıyor aslında.
İyi bir "yönetici" kök hecesinden de anlaşıldığı üzere yön-verici olmalı. Karşına pek çok yol sunmadan, sana tek yol üzerinden yön-vermeli. Bu yolda ilerlemek için de cesaret verici olmalı ki sonrasında da yön-eticine güvenebilesin.
Bugün bu kelimeyi heceledim durdum, yön-etici/ yön-eğitici.
Ve ortaya şu çıkmakta; iyi bir yönetici olmak için sosyal ve duygusal yönünün güçlü olması şart.
Hiyerarşi kültürü içerisinde çalışmak ve kendine bu yapı içerisinde kariyer edinmek zor bir meziyet. Meziyet kelimesi tam da uydu bu yön-eğiticilik durum açıklamasına. Bir kişiyi ya da bir nesneyi ele alalım. Bunları diğerlerinden ayıran özellik ne olabilir? Pek çok şey olabilir! Ancak bunun üstünlük gösteren bir şey olması gerekli. Üstünlükten kasıt tam da burada devreye giriyor. Karakterinin mütevazi bir şekilde diğer kişilerden seni ayırıyor ve takdir edilmeni sağlaması olabilir. Doğal bir hal içerisinde kendin olmalısın.
Yön-eticik değil de yön veren kişi olabilmek. Ola-bilmek; bağlamak, tamamlamak, çabanın eylemleşme hali.


Say-gı duyulmak. Say-gın/muteber bir kişi olmak/olabilmek.


14 Aralık 2009 Pazartesi

Türk


Şimdi düşündüm seni; varlığınla bir anda herşey değişebilir. Değişen tarih olur. Değişen coğrafya olur. Değişen iklim olur.
Varlığınla tek şey değişmez; yaşadığın toprak değişmez, altında özgürce yaşadığın bayrak değişmez. Karakterin değişmez, ruhun değişmez.
Damarlarındaki kan akacak olsa, bilirler ki rengi kırmızıdır. Aynı bağımsızlığının sembolu bayrağının rengi gibi!


Değişen ne biliyor musun?
Değişir dediğin şeyler tam da düşündüğün gibi değişti.
Yönetim değişti, işleyiş değişti. Kararlar değişti. İstekler değişti.

Düşündükleri, senin düşündüklerin gibi değil! Çünkü düşündükleri gerçek değil.
Ancak bilirsin ki sen Türk'sün; bilirsinki bu hiç değişmez, değiştirilemez.




Yazı; Fethiye Erkaş

13 Aralık 2009 Pazar

Yakın Zamanda Aklımda Yer Edenler


-Uzun süredir giymediğim kabanımı bugün giydiğimde, elimi cebime atıp da bulduğum alışveriş fişleri beni melankolik yapmaya yetiyordu. Zamanın birinde bir akşam dışarı çıkmışım, çok eğlemişim, sonra birkaç DVD almışım, Ancak aldığım bu DVD ler bende değil başkasında. Faturayı okuduğumda hemen hatırladım bu DVD.leri ve kimde olduğunu? Acaba bunları hediye ettiğim kişi, bu filmleri izlediğinde hatırına düşüyor muyum ben (!)?

-Dün güzel bir gündü, büyük ablam Çanakkale'den gelmiş, ortanca ablam da büyük ablam geldiği için bana geldi. Hep birlikte İkea mağazasına gittik. İşte günün olayı burada başlıyordu. Baya bir dolaşmıştık. Haliyle de yorulduk. Sonra yemek yedik bir alt kata indik ve ben aldığım eşyaları paketlemek üzere ablamlardan ayrıldım. Ne oldu ise o zaman olmuş. Kahve bölümünden su içilen bardaklar ile ablamlar kahve almışlar kendilerine. Bardak su bardağı olduğu için kahve bölümüne bir ücret ödememişler; farkında olmadan. Sonrasında tam benim yanıma geliyorlarken, bir mağaza görevlisi ellerinde bulunan bardakları istemiş. Ablamda şaşkınlıktan çok isterseniz siz de alın demiş. Olay tam da burada patlak veriyor tabi, görevli kişi ısrar edince ablam durumu anlamış ve, "ileride paketleme yapan kişi kardeşimdir, size bugün mağazanızdan yaptığı alışveriş tutarını söylesem sanırım kahvenin yanında bize kurabiye bile ısmarlamanız gerekebilir" demiş. Ve kahveleri de görevliye teslim etmiş. Yanıma geldiklerinde katıla kaltıla gülüyorlardı...

-Bu hafta süpriz dolu olacak; yöneticim değişti. Yöneticim ile birlikte pek çok iey değişecek haliyle. İş yerinde yaşanacak bu değişiklikleri izlemek beni biraz yoracak gibi görünüyor. Tam da herşey yolunda giderken ve en önemlisi ayrılan yöneticim ile çalışmanın çok keyifli olması... Keşke daha çok çalışma fırsatımız olsa idi...

-Geçtiğimiz hafta bir kez daha anladım ki birini hayatından çıkartmak çok zor bir durum! Çok can yakıcı. Ve öğrendim ki, birşey bir kez yapılıyorsa çok şey ifade ediyor. Ancak ikinci kez yapılıyorsa artık hiç bir değeri kalmıyormuş...
İnsanın çok yakın dostuna uzak durması hakketen can yakıcı, ancak prensipler ne için girer hayatımıza bunu düşünüp de karar verdim ben de. Aslında hayatımdan çıkartmak dediğim şey, özelimden çıkartmak oldu benim için. Verdiğim değer kendini yok etti. Çünkü O'na gösterdiğim değerin ve sabrın gün geçtikçe beni riske atıyor olmasıyla ben yorulduğumu fark ettim... Artık yorulmayacağım ancak bir müddet daha üzüleceğim kesin!

-Tesadüf tanıştığım, sonrasında tesadüf bir şekilde tekrar karşılaştığım, bu durumun belli aralıklarla rutine oturduğu, ancak her seferinde bu tesadüf karşılaşmaları sanki ilk kez yaşıyormuşum gibi şaşırdığım "O" kişiyi, ne tesadüftür ki geçtiğimiz günlerde tekrar görmeye başladım. Ne tesadüfdür ki...?
Mukadderat?
Her seferinde O'nla olan bu karşılaşma durumuna şaşırma duygum hiç eksilmeden aynı şaşkınlığı göstermekte...?


İyi haftalar, güzel bir hafta olsun...

12 Aralık 2009 Cumartesi

Etekleri Zil Çalmak


Etekleri Zil Çalmak
Osmanli'da gayrimuslimler (hamamlarda saniyorum) giysi uclarina minik çanlar takmak ve yürüdüklerinde yerlerini belli etmek zorundaymislar. Etekleri zil calmak deyimi de buradan geliyor.
Başka bir rivayete göre de; vaktiyle Anadolu’nun bir şehrinde, herkesin sevdiği, hürmet ettiği, keramet sahibi güler yüzlü, tatlı dilli bir kişi varmış.
Bu kişinin, pabuçlarının sivri ucunda, cübbesinin eteklerinde yüzlerce ufak kuzu çıngırağı varmış. Uzaktan bu kişinin geldiğini herkes çıngırağın çıkardığı sesten anlarmış. Bu çıngırakları neden taktığını soranlara:
—Efendim, insan bilmeyerek görmeyerek yerdeki karıncaları çiğneyebilir. Onları ürkütüp kaçmalarını sağlamak için olduğu kadar, tehlikeli ve zararlı hayvanlar da benim onları ezeceğimi anlayıp saklandıkları yerden kaçmak isterken ortaya çıkmalarına sebep olur, diye yanıtlarmış.
Bir gün emniyet kuvvetleri bir takip sonucu pusu kurarak azılı harami çetesinin saklandığı yerden çıkmasını beklerken, o sırada çıngıraklı kişi de oradan geçiyormuş. Azılı çete çıngırak sesini duyunca yakalanacağını sanarak bulunduğu yerden ortaya çıkıp kaçmak isterken kıskıvrak yakalanmışlar.
Azılı çetenin yakalanmasını sağladı diye emniyet kuvvetleri ve oraya koşan halk sevincinden bu kişiyi kucaklayıp havaya kaldırırken, eteklerindeki çıngıraklar daha çok ses çıkarmış adeta ve zil çalmış. Zil sesinden de herkes mutlu olmuş.
Bu olaydan sonra bu yörenin halkı, bir şeye çok sevinince veya mutlu bir sona ulaşanları görünce “ne o eteklerin zil çalıyor”, demeye başlamış. Bu deyim de bizlere bu öyküden kalmış.
İşte böyle gerçekliği olan bir açıklama yapılsa benim çocukluğumda, günlerce süren sorgularım daha anlamlı olacaktı. Ben de bu sayede bu akdar yorulmayacaktım. Gerçekliğini yaşantımda kabul etmek için günlerce sorgulamayacaktım bu deyimi...
Bu deyimi ilk olarak ilkokulda duymuş ve katıla katıla gülmüştüm. Hatta en ilginç yanı öğretmenim arkadaşımın adını bu deyimle birlikte cümle içersinde kullanmıştı. Fatoş’un etekleri zil çalıyor.
Çocuk aklı ile o dönemler çok kafa yormuştum, çünkü gerçekliği olmadığı yönünde kendimi ikna etmem zor olmuştu.
Bu aralar sevinçlenip de eteklerim zil çalsın isterdim. Uzun süredir topuklarıma vurarak, biraz da zıplayarak yollarda yürümedim.
Aslında şuan isterim ki, topuklarımdan hızlıca zıplarayak koşturmak, sekerekten istediğim yöne koşturmak.
Buna karşılık tam tersi bir durum hakim bende, ruhum bir o kadar zıt davranıyor düşüncelerime. En son noktada ruhum hareketleniyor ve koşturmaya başlıyorum...
Bu sabah sanki işe ben değil de başkası gidecek gibi hala uyanmamak için ısrar ediyordum. Artık nasıl bir ruh haline büründümse, sanki son anda süperman gücü ile kıyafetlerim değişecek ve işe gitmek üzere hazır olacaktım.
Ne mümkün; kıyafetlerim bile ortada değilken bunu nasıl yapabilirdim acaba? O ara sol gözüm ile açılması için savaşıyorum. Ve saate baktığımda gördüğüm şey beni tam bir süperman yapmaya yetiyordu...
İşte bu noktada nasıl bir hızdır benim ki, nasıl bir koşturmacadır anlatmam. Topu topu beş dakika öncesinde varlığım evde oyalanırken, beş dakika sonrası varlığımla sokakta olmak.

8 Aralık 2009 Salı

bir taş ile beş kuş vurdum bu yazıda....


Bu ayki Atlas dergisi editör köşesini okuduğumda düşündüğüm şey; bu yazıyı ben yazmalıydım oldu. Aslında bunu her ay söylüyorum. Kesinlikle bu yazıyı ben yazmalıydım, nasıl olur da kafa yormadım diye hayıflanıyorum kendime.
Özcan Yüksek, her ay lezziz yazıları ile bana fark etmeyi, farkında olmayı ve nasıl farklı oluru gösteriyor.
Özcan Yüsek; Atlas dergisi genel yayın yönetmeni. Aynı zamanda yazar, aynı zamanda kendisi hukuk eğitimi almış. Aynı zamanda mesnevi araştırmacısı. Ne düşünmek isterseniz var.
Yüz yüze tanışmasam da kendisi ile sohbet etmek fırsatını yakaladım.
2009 mayıs ayı ve yine Atlas dergisini heyecanla almışım, sayfalarını çeviriyorum. Satıları okurken bitmesini istemiyorum yazının. Ancak yazının sonu gelse de bu yazı benim düşüncelerimde uzun süre yer ediyor.

Buna ek bende yer eden başka şey de Atlas dergisinde çalışma isteğim. Bir şeyin olması için istemek yeterli değil, harekete geçmek gerekli değil mi?
Ben de Atlas Dergisinin internet sayfasından bir mail adresi bulup, yayın yönetmenleri ile görüşmek istediğimi belirttim. Cevap geleceğinden emindim, hatta editörün mail adresini rica ettim. İki günün sonunda mailime bir cevap geldi ve istediğim bilgi buradaydı.

Öz ve kısa bir mail yazarak, biraz da yalvararak beni Atlas dergisinde işe alın notunu da ekleyerek derginin GYY'ne maili gönderdim.

Bu arada bir ay öncesinde dergide bir gezi yazım yayımlanmıştı. Bundan da bahsettim, Gezdikce'den bahsettim, blogumdan bahsettim. Bankacı kimliğimden bahsettim; ilişiğe kesinlikle fotoğrafımı eklemedim :))
Cevap geldi; mail gönderdikten yaklaşık iki saaat sonrasında cevap geldi.
Ben boşuna yıllar yılı boyuma erişecek kadar atlas dergisi okumamışım. odamdaki bir duvarı kaplayacak kadar dergi koleksiyonuna sahip olmak ve bunlara gözü gibi bakmak boşuna değilmiş meğer, Atlas dergisinin genel yayın yönetmeni mailime cevap döndü.
Öncelikle güzel bir mesajdı, çalışmalarıma devam etmemi, bu çabalarımın sonuçsuz kalmayacağını, ancak şuan için eleman arayışı içerisinde olmadıklarını o kadar uslubu yerinde dile getirmiş ki, ilk kez hayır cevabı bu kadar onure etmişti beni...
Ben de kendilerine naçizane ikinci mesajımı göndermiş ve eğer İstanbul hakkında bir köşeleri olursa seve seve gönüllü olarak çalışacağımı belirtmiştim küçük ilişik mailim ile:))
Hemen gelen cevap; sizi anımsayacağım dı!
Yazar olamk başka bir şey, kelimeleri seçmek, Türkçe'yi doğru kullanmak ve kelimelerin anlamlarına anlam katmak. Aslında kişiyi bu sayede değerli kılmak.

Bir taş ile iki kuş misali değil mi?
Aradan neredeyse bir yıl geçti, kendimi geliştirmek adına pek çok şey yapmaya çabalıyorum!

İşte bu yüzden her ay Özcan Yüksek'in köşesini okurken bu yazıyı ben yazmalıydım düşüncesi hakim bende...

Bu ayki yazısından biraz bahsetmek istiyorum;
Damlaya damlaya göl olur atasözümüz;
hep bize öğretilen tutumlu olmak ana fikriydi. Aslında damlaya damlaya göl olur lafı tam da söylendiği gibi değil mi? Atalarımız boşuna söylememiş, bir damla iki damla üç damla... Damlalar, yağmurlar, sonrasında göller oluşmakta. Yağmur yağmadıkça, toprak kurumakta, göller kurumakta...
Yağmur yağmadıkça doğa yok olmaya başlamakta.

Peki bunlar konuşulmazken gündem şuan nedir? Gündem şuan domuz gribi illeti denilen suni bir vesvese! Adı gibi domuz bir konu! Ya da organizması bozulmuş yiyecekler! Ya da 2010 da gelecek yeni kriz beklentisi, aman allahım bugün de mi borsa düştü?(!).
Hasta olan, düşen, kriz yaratılan... İşte herşey insan oğlu ile gerçekleşmekte... Peki ya doğanın sahip oldukları nasıl kendini koruyacak?
Bir müddet sonra doğa kendine ait olanı beş katı ile geri almayacak mı? Bildiği yoldan, engel tanımadan değil mi?
Sanatçı olmak başka birşey, okumak yazmak, çizmek ve bunların üzerine düşünmek, düşündürmek ve en önemlisi duyarlı olmak değil mi?

5 Aralık 2009 Cumartesi

Rüya...

Geçen gün bir rüya gördüm ki sormayın; aslında hedeflerim ve ideallerimin rüya da olsa ruhumun en derinlerinde saklı haz duygusunun açığa çıkmasıydı bu. Bu cümleyi kurarken ben bile ürktüm vallahi:) Ne oluyor orada? sözlerini duydum biran:))
Şuanki yöneticim bana ön ayak olmuş, tanıdığım biri ancak kim çıkartamıyorum, bu kişi ile çalışmaya başlıyorum. İlk iş günüm ve bana şu soru yöneltiliyor; Fethiye yazı yazma ile aran nasıldır? Yaratıcıklık yönün var mı?
İlk kez anladığım dilden konuşuluyordu... Kendimi ifade etme duygum tavan yapmış gibi cevaplıyor sorulanları ve uzun uzadıya anlatıyordum...

Tarif edilemeyecek şekilde mutluluk demiycem, ancak başka bir duyguydu benimki... İşte o ruh halinde gezinirken, birden irkildim ve gerçek dünyaya gözlerimi açtım.

Hafta içi ve saatimin alarmı çalmadığı için uyaya kalmıştım. Saate baktığımda 08:00'i geçmekteydi ve benim çoktan işte olmam gerekliydi...
Hangi iş mi?
-Acıların çocuğuyum!
Rüya da olsa süper birşeydi bu yaw...

Şimdi rüyanın devamı için beklemedeyim, istiyorum ki hafta sonuna denk gelsin de, şöle daha uzun keyifleneyim:))

3 Aralık 2009 Perşembe

Gittikçe Babama Benzemeye Başladım Ben!



Bu bayram fark ettim ki bayramı yaşatan tek büyüğüm babam kalmış! Bunu fark etmek elbette acı oldu. Ancak acılardır bizleri büyüten ve ayakta tutan.
Kendisi Çanakkale’de yaşamakta. Yıllar yılı ezeli bir rekabet vardır aramızda. Kim daha başarılı, kim daha çalışkan, kim neleri başarmış? Dört çocuk sahibi babam bir tek beni acımasızca eleştirir. Önüme hep bir üst seviyeyi koyar, hadi bunu da başar der! Yıllar yılı süre gelen bu mesafeli ilişkimiz gün geçtikçe daha dostça daha arkadaşça bir hal almakta.
Ve fark ediyorum ki, ben gittikçe babama benzemeye başlıyorum. Olaylara bakışım, duruşum gittikçe babam olmakta!
Bir olay gerçekleştiğinde aynı tepkileri gösteriyorum, bazen bu durumu fark edip de kendime güldüğüm çok oluyor...
Babam da dedem için aynı duyguları hissettiğinden bahsederdi.
Bu bayram da sağolsun bizi ziyarete geldi Babam. Biz gidemediğimiz için babam geldi! Herkesin kendine göre planları olunca toparlanıp da gidemedik bir türlü Çanakkale'ye. Ben bayramın ikinci günü bir gezi planı yapmıştım. Günümüzde artık her tatili değerlendirmek şart oluyor. O kadar çok çalışıyoruz ki, haklı olarak da farklı yerlerde zaman geçirmek istiyoruz. Haklı olarak; hepimiz!
Çocukluğumdaki bayramlarda babam hep bizi sevindirirdi. Yeni kıyafetler ile bayram heyecanı bir başka olurdu. Şimdi şartlar değişmekte, bu kez ben babam için hediyeler almaktayım. ve bunu yaparken de çok keyifleniyorum. Keyfim; aldığım hediyeleri babamın beğenmesi, kendine yakıştırması oluyor.
Bayramlar hakkaten çok değerli, özel ve özel hissetmenizi sağlayan bu günleri yaşamak, yaşatmak için de elimizden gelini yapmalıyız diye düşünüyorum...
İnşallah önümüzdeki tüm bayramlarda sevinçlerimiz hep daim olur, sıramız saşmadan biz de yaşarız böyle mutlulukları. Paylaşırız ve anılarımızı hep taze tutarız,...
sevgiler.

1 Aralık 2009 Salı

azı çoğu; işte bu!


En çok ben, en çok ben!
Hakettiğimi düşündüğüm en çok ben!
Mücadele verdiğim ve beklediğim en çok ben!
Bu yüzden en çok ben güldüğüm kendime!


En çok ben merak ettiğim ne olacak diye?
En çok ben, en çok ben!
En hızlı ben koştum,
En uzağa ben kaçtım belkide!

En çok ben değer verdim!
En çok ben Hatırladım seni!
Hatırımda kaldın,
Hatıralarımda kaldın!

En çok sen en çok sen...
Belki de bir tek sen vardın;
iyiki de sen vardın!
En çok sen, en çok sen değer verdin!
Değerden öte sen kendindin.
En çok biz!
en çok ikimiz!

azı çoğu...
kaç yıl geçti aradan...

8 Mart

Kadın Üzerine – Nazım Hikmet Kimi der ki kadın, uzun kış gecelerinde yatmak içindir. Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde dokuz zil...