Yaşama tarafsız gözle bakıldığında, hiçbir kuralsızlık, dağınıklık veya katı bir kuralcılık görmeyiz. Kainat herkes için aynı şekilde yaratılmış, kimse için özel kurallar konulmamış. Herkes için zaman aynı şekilde ilerliyor. Hergün güneş aynı şekilde doğuyor. Gün bitiminde de güneş aynı şekilde batıyor. Mevsimler sırasıyla yaşanıyor. Böylelikle mevsimin bize getirdikleri yaşamın kaynağını oluşturuyor. Bu oluşumlar bir şekilde doğanın kendi kurallarını ve bu sayede de güven hissini yaşatıyor bize. Birey olarak da kendi iç dünyamızda oluşturduğumuz ilkelerimiz var. Bu doğduğumuz günden başlıyor; ailede. Bunlar ev içinde bulunan herkesi bağlayan ve ilişkileri bu sayede huzurlu olarak gelişmesini sağlaması, karakterimizi şekillendiriyor. Prensip sahibi olan ailenin, bazı kurallar koyması despot olmak anlamında algılanmamalı. Artık ailemizden ayrıldığımız, kendi ayaklarımız üzerinde durmaya başladığımızda, oluşturduğumuz ilkeler yaşamı sağlıklı olarak sürdürmemizi kolaylaştırır. Kuralsızlık...
Üzerinde durma cesareti gösteremediğimiz fikirler, yabancılaşmış bir görkemle bize geri döner.” Özgünlük, belki de insana dair en kıymetli özelliklerden biri. Çoğunlukla çocukluk dönemimizde özgünlüğün en saf halini taşırız. Ancak büyüdükçe, birilerine benzemeye, onları örnek almaya ve kendi doğamızdan uzaklaşmaya başlarız. Kimliğimizi çoğu zaman özenti, beğeni ya da taklitler üzerine inşa ederiz. Hem içsel hem de dışsal dünyamızda bu eğilimi görmek mümkün. Peki, nasıl özgün olabiliriz? Kendine has bir birey nasıl olunur? İlk adım cesaret olmalı. Kendin olmak cesaret ister çünkü. Ardından dürüstlük gelir. Ne arıyorsan, önce kendinde araman gerektiğini fark etmek önemlidir. “Yıldızın kendinde saklı,” demişler. Hiç düşündünüz mü, bize ait bir parmak izimiz, eşsiz bir ses tonumuz varken neden hala özgün olamıyoruz? İyi ya da kötü yanlarımızla kendimize güvenemediğimizden olabilir mi? Hayatımız, mükemmel olma çabası ve başkalarına özenmekle geçiyor çoğu zaman. Ama eğer gerçekten kendim...
Etekleri Zil Çalmak Osmanli'da gayrimuslimler (hamamlarda saniyorum) giysi uclarina minik çanlar takmak ve yürüdüklerinde yerlerini belli etmek zorundaymislar. Etekleri zil calmak deyimi de buradan geliyor. Başka bir rivayete göre de; vaktiyle Anadolu’nun bir şehrinde, herkesin sevdiği, hürmet ettiği, keramet sahibi güler yüzlü, tatlı dilli bir kişi varmış. Bu kişinin, pabuçlarının sivri ucunda, cübbesinin eteklerinde yüzlerce ufak kuzu çıngırağı varmış. Uzaktan bu kişinin geldiğini herkes çıngırağın çıkardığı sesten anlarmış. Bu çıngırakları neden taktığını soranlara: —Efendim, insan bilmeyerek görmeyerek yerdeki karıncaları çiğneyebilir. Onları ürkütüp kaçmalarını sağlamak için olduğu kadar, tehlikeli ve zararlı hayvanlar da benim onları ezeceğimi anlayıp saklandıkları yerden kaçmak isterken ortaya çıkmalarına sebep olur, diye yanıtlarmış. Bir gün emniyet kuvvetleri bir takip sonucu pusu kurarak azılı harami çetesinin saklandığı yerden çıkmasını beklerken, o sırada çıngıraklı kiş...
Yorumlar