Her insanın ortak hayali: mutlu olmak. Bu kadar sade, bu kadar yalın bir arzu… Ama bir o kadar da karmaşık. Çünkü çoğumuz, mutluluğu istemekle onu yaşamak arasındaki farkı göremiyoruz. Ve belki de hayat tam burada yanılgılarla dolu bir labirente dönüşüyor.
Seneca, dostu Lucilius’a yazdığı mektubunda şöyle der:
“Herkes mutlu bir hayat istediğine göre, yanıldıkları nokta neresi acaba?”
Bu soruyu sorması bile çağlar öncesinden bugünün insanına tutulmuş bir aynadır. Çünkü mutluluğu arıyoruz ama bir türlü bulamıyoruz. Sanki bir sisin içinde el yordamıyla bir şeyi yakalamaya çalışıyoruz; bazen elimiz boş, bazen elimizde sadece yanılsamalar kalıyor.
Seneca, cevabı da yine kendisi verir:
“Mutluluğun araçlarını mutluluğun kendisiyle karıştırıyorlar. Bu nedenle onu ararken ondan uzaklaşıyorlar.”
Yani bir başarı, bir eş, bir ev, bir terfi, bir tatil ya da bir fotoğraf karesinin içinde zannediyoruz mutluluğu. Onlara ulaşınca mutlu olacağımızı sanıyoruz. Ama ulaşınca içimizdeki boşluk hâlâ orada. İşte bu yüzden, bugünün psikoloji bilimi binlerce yıl sonra aynı yere geliyor:
Başka bir araştırma sonucu da şu çarpıcı başlıkla yayınlanıyor:
“Mutluluğa odaklanmak insanları daha mutsuz kılıyor.”
Mutluluğun Tanımı Neden Bu Kadar Zor? Düşünsene… “Tren” deyince herkesin aklına benzer bir görüntü gelir. “Pişmanlık” deyince aynı yerlerimiz sızlar. Ama “mutluluk” dediğimizde her bireyin zihninde başka bir resim belirir.
Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi, 40 yılını mutluluğu araştırmaya adamış biri olarak şöyle der:
“Kırk yıldır mutluluk üzerine çalışıyorum ama hâlâ belirgin bir tanımını yapamıyorum.”Çünkü mutluluk, sabit bir tanım değil; bir hissin, bir anın, bir özlemin yansıması. Ve bu yüzden mutlu olma çabamız, bazen içinden çıkamadığımız bir girdaba dönüşüyor.
Haz mı, Değer mi? Mutluluğun peşinden koşarken yaptığımız en büyük hata, onu haz veren anların toplamı sanmak. Güzel yemekler yemek, alışveriş yapmak, seyahate çıkmak, övgü almak… Bunlar haz verir ama mutluluğu garantilemez.
Ve işin kötüsü, bu hazların etkisi geçtikten sonra, “normale dönüş” hissiyle boşluk yaşarız. Bilim buna hedonik adaptasyon diyor. Ne kadar çok tekrarlarsak tekrarlayalım, o ilk andaki yoğun mutluluk yerini sıradanlığa bırakır.
Tal Ben-Shahar bu konuda çok çarpıcı bir metafor öneriyor:
“Mutluluk güneş gibidir. Ona doğrudan bakamazsınız. Ancak çevrenizdeki yansımalar sayesinde varlığını hissedersiniz.”
Mutluluğu Merkeze Değil, Kenara Koymak
İşte belki de en büyük dönüşüm burada başlıyor: Mutluluğu bir hedef değil, bir yansıma olarak görmek. Ona ulaşmaya çalışmak yerine, onu yaşayabileceğimiz koşulları yaratmak.
Bu da bizi bir başka soruya götürüyor:
Peki, nasıl? Cevap: Dışsal hedefler yerine, içsel değerler.
Russ Harris’in “Mutluluk Tuzağı” kitabında değindiği gibi, asıl mesele mutlu olmaktan çok, değerli bir hayat yaşayabilmek.
Değerlerimiz Yolumuzu Aydınlatır
Russ Harris şöyle der:
“Değerler, kalbimizdeki en derin arzularımızdır: Nasıl biri olmak istiyoruz? Hayatımızda neyi temsil etmek istiyoruz? Dünyayla nasıl bir bağ kurmak istiyoruz?”
Bunlar netleştiğinde, mutluluk bir sonuç olarak gelir. Amaç değil, yan etki. Yol değil, yolculukta beliren bir ışık.
Peki Neyi Sormalıyız Kendimize?
- Bu düşünce ya da eylem, olmak istediğim kişiye yaklaştırıyor mu?
- İstediğim ilişkileri kurmama katkı sağlıyor mu?
- Değer verdiğim şeylerle daha derin bir bağ kuruyor muyum?
- Yaşamımı daha dolu ve anlamlı hissettiriyor mu?
Bu sorulardan birine bile “evet” diyorsak, yürüdüğümüz yol, doğru yoldur.
Ve Son Olarak…
Seneca bir kez daha hatırlatıyor bize:
“Yol yürüyen için bir son vardır. Yolunu şaşıran için sonsuzluktur sınır.”
Belki de mutluluk arayışında yönümüzü kaybettiğimizde, aslında özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Oysa odak değiştirdiğimizde —hedeften değere, dıştan içe, hazdan anlamlı eyleme— hem özgürleşiyoruz hem de o aradığımız sıcaklığa, yani mutluluğa, fark etmeden dokunmuş oluyoruz.
Ve dünya, mutluluğu ararken özgürlüğünü yitirmeyenlerle güzelleşiyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder